SON YAZ
(Belgesel amaçlı kaleme alınan bu yazı, bütününün çeyreği kadardır.)
Yaşayanlar yaşlanır, yaşlılar telaşlanır dediğimde;
“Bilmem hâlimiz nice, iç güveysinden hâllice!” diye tamamladı, aziz dostum Eşref İlhami Yeğen…
İnsanların ne kadarı “Benden de beteri var” deyip teselli bulmaktadır konusuna hiç girmeden, yaşlıların niçin telaşlı olduklarına bakalım:
Yolculuğa karar verilmişse, telaş da başlamıştır.
Zaman daraldıkça, telâşın şiddeti de artmaktadır.
Telâşın şiddeti arttıkça da, eller ayaklara dolaşmakta, sakarlık ve kırıcılıklar artmakta, sinirler de gerilmekte; gösterilen çabalar, beklenilen iyi sonuçları vermemektedir.
Bunun ardından da, ürkü(panik), sıkıntı ve bunaltı ortaya çıkmaktadır…
Kimine göre 35, kimine göre de 50’dir ömrün yarısı. Bencileyin olan ince fikirlilere göre ise; ömrün yarısı çoktan geride kalmıştır ve hergün “ömrün son günü”ymüş gibi davranılmaya çalışılır. Sonradan gelen günler ise “uzatmalar” olarak düşünülüp “bir fırsat daha” hükmünde değerlendirilir. Son anlarda maçı lehine çevirebilme umudu taşıyan takımın gösterdiği çaba gibi, saniyeler israf edilmemeye çalışılıp debelenir durulur. Mutlak ölümcül bir bâdire atlatmış olanlar veya kanser gibi, iyileşme oranının düşük olduğu hastalıklara yakalanmış olanlar da bu uyanık durumun gâyet farkındadırlar… Ölümcül birkaç kazâ atlatmış, çok sayıda darbe ve zehirlenme yaşamış, yıllarca kanserle boğuşup sekiz ameliyat geçirmiş birisi olarak, uyurgezer ve bolca esneyen bir toplum içinde yaşamaktan nefret ettiğimi açıkça belirtmeliyim…
İçi geçmiş uyurgezer toplumlarda saniyelerin değeri ancak dümen(direksiyon) başında fark edilir ve acele edilerek ecele doğru gaza basılıp gidilir…
Güz gelip de suyu kesilen yapraklar elbette dalında duramayacak ve sararıp solarak dökülecektir. Nasibi kesilen kullar için de durum pek farklı değildir. En önemli fark; pekçok nasibin, kesilmek için güzü beklemediğidir… Dünyaya gelişimizden bu yana, bebeklik akranımız, çocukluk oyundaşımız, gençlik arkadaşımız, olgunluk yoldaşımız olan birçok canımız, hayatlarının güzüne erişemeden göçüp gittiler…
Hayat yolu yokuş, düzlük ve inişten oluşmakta. Kimi, yokuşta terk etmek zorunda kalır kervanı, kimi düzlükte, kimi de inişte…
Acı bir hayat gerçeği vardır ki; hayâl ettiği menzile erişebilenler pek nâdirdir. Genellikle yolun yarısı doğru hesap edilememiş ve hayâller de yarım bırakılıp gidilmiştir…
Güz geldiğinin ve yolun inişine geçildiğinin işâretlerini aslında vücut çoktan beri vermektedir:
Dizlerden, gözlerden, dişlerden, nefeslerden, sözlerden…
“Gönül gitmeyi çok arzuluyor da, dizlerde derman bi’ olsa…”
“Gözlük takmadan anlıyamıyorum, annacımdakinin kim olduğunu.”
“Evlâdım! Ben hangi dişlerimle yiyeyim, bu avucuma doldurduklarını?”
“Eskiden taşı sıksam suyu çıkar idi; oysa şimdi ekmeği bile zor koparıyorum.”
“Hey gidi gençlik hey!”
“Gençlik zır zır, kocalık zor zor.”
“Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi.”
“Gençlik ömrün sonunda olsaydı, ondan ancak o zaman hakkıyla faydalanılabilirdi.”…
Çabucak “yel gibi” geçip gittiği hep söylenip durulur gençliğin.
İşin aksi tarafı, geri dönüşü hiç olmayacak bir gidiştir bu.
Her gelen gün, giden günü aratmakta; yapmaya derman yetirilebilir şeylerin sayısı ve süresi hızla azalmaktadır. Yaşlıları telaşlandıran da işte bu hayat gerçeğidir…
“Yaz bahar ayları gelip geçende, kurumuş fidanın dalların ömrüm!
Can cesetten birgün olup uçanda, bilmem ne olacak halların ömrüm?!”
Güz, son bahar, hazan, son yaz…
Göç zamanı, yolculuk zamanı, telaş zamanı…
Toprakta gezinen diğer canlar da hep bir telaş içinde:
Kimileri, kış aylarında aç kalmamak, yuvasında rahat etmek için,
Kimileri, kışı geçirecekleri başka ülkelere yapacakları yolculuk için,
Kimileri de ömürlerinin son demlerinde yapabileceklerinin vaktini geçirmemek için telaşta…
***Fareler sincaplar, kışlık depolarında boş yer bırakmamak için sürekli koşuşturmacadalar. Bu arada, düşmanlarına av olmamak için de âzami dikkât göstermedeler…
***Yılanlar kertenkeleler, kış uykusunu deliksiz uyuyabilmek için, vücutlarında daha çok yağ depolama derdindeler. Kış bastırmadan önce de yuvalarını hazırlayacaklar. Kertenkelelerin tırnakları olduğu için, yuvalarını istedikleri yere kazabilecekler; yılanlar ise, terkedilmiş yuvaları arayıp bulacaklar. Özellikle de “Sarıca” eşekarılarının yuvalarını. Oldukça iri bir karpuz genişliğindeki bu yuvalar, birkaç yılanın rahatça kışı geçirebilecekleri özelliktedir…
***Kaplumbağalar, kuru otlar arasında yeşil kalmış olanlarından son lokmalarını da aldıktan sonra kışlık barınaklarını kazacaklar. Güneş gören yamaçlardaki, ayak altı olmayan, su basmayan, toprağı kaymayan yerlere. Özellikle de geven bitkilerinin altlarında huzur içinde kışı geçirecekler…
***Alakargalar, aç kaldığı kış günlerinde yiyebilme niyetiyle topladıkları meşe pelitlerini oraya buraya gömme telâşındalar. Gömdükleri meşelerin çok büyük bir kısmı, ertesi seneye çimlenip “meşe fidesi” olacaklar…
***Kırlangıçlar, sinek ve uçar böceklerin yoğun olduğu alanlarda sürekli avlanma peşindeler. Vücutlarına yükleyebildikleri enerji miktârı, uzun göç yolculuğu sırasındaki dirençlerini belirleyecek. Aksi takdirde, fırtınalı ve şiddetli yağışlı havalarda, menzillerine erişemeden ölecekler…
***Turnalar, turnalar… Onlara hiç değinmeyeyim; gönlümün bam telini titrete titrete, dalga dalga gidecek; gözyaşlarımı yazbahar aylarının bozbulanık sellerine çevirecekler…
Evet… Hayvanlar neyi ne zaman yapmaları gerektiğini, dünyaya gelişlerinden beri bilip duruyorlar. İnsanların çoğunda ise akıl başa çoook sonraları geliyor. Kimilerini ise yaşlılık da akıllandırmıyor “Akıl olmayınca ne yapsın sakal” durumları…
İnsanın gözünün açılması, aklın başa devşirilmesi dendiği zaman, bir kara tavukcağızın başına gelen gelir gözümün önüne:
Motorlu taşıtların sokaklarda yeni yeni görülmeye başlandığı çocukluk dönemimde, ilkokul beşinci sınıfa devam etmekte olduğum bir günün öğle yemeği sonrası evden okula giderken, tozu dumana katarak gelen bir cip, hayâtında belki de ilk defa böyle bir aracı görüp telaşla yolun karşısındaki kümesine seğirten bir kara tavuğu altına aldı ve tüylerini dağıta dağıta 40-50 metre kadar sürükledi. Tavuk en sonunda arabanın arkasından değil de yan tarafından yol kenarına savruldu. Olaya şâhit olan iki yaşlı adam gülümseyerek; “Haydi artık bundan sonra istediğin kadar yaşa!” deyip, tavuğu şaşkınlık ve hayranlıkla takdîr edip gittiler. Ben ise olayın bütününü anlama derdindeydim. En yakınına kadar gidip ayrıntıları inceledim:
Tavuğun üzerinde çok az tüy kalmış; çıplak vücudu ve benzi iyice kızarmış; yürüyüşünde herhangi bir aksaklık sezilmiyor; oldukça hızlı ve çevikçe davranıyor; cin gibi olmuş; faltaşı gibi açılmış gözlerinden sanki ateş saçılıyordu. Ömrümce unutamadığım o gözleri bugüne kadar sâdece, on yaşını aşmış çakır atmacalarda görebildim…
Dünyada ve ülkemde olanlara bakarım da “Ah ulan ahh! O tavukcağızın bakışları bende olsaydı da, insanlık düşmanlarına ve vatan hainlerine doğru gözlerimi dikip felce uğratsaydım!” der dururum. Yıllar yılı çapsız yöneticiler elinde madara edilen devlet ve milletimizin başına, bu tavuk kadar gözleri açılmış ve dünyanın kaç bucak olduğunu adamakıllı öğrenmiş, cin gibi başkumandanlar gel…… Oohooo oh! Yine konu uzayacak ve yazıların uzunluğundan şikâyetçi olup okumadıklarını söyleyen dostlara bahâne vermiş olacağım. En iyisi, konuyu şimdi uydurduğum bir fıkrayla sonlandırmak:
Fırına atılan ayı, derhâl yavrusunu ayağının altına atmış. Fırın her ateşlendiğinde bir yavru, öbür yavru derken, bu tekrar yıllarca sürmüş. Her yavrusunu çiğnediğinde de “Bıçak kemiğe dayandı!” diye söylenip durmuş. Böylelikle aradan otuz yıl geçmiş ve son fırınlama olayında bir de bakmış ki ayak altına atılacak yavru kalmamış, basmış feryâdı; “Ciğerim yanıyor ciğerim!!!”...
“Asıl nasihâtin kimden geleceği hiç belli olmaz. Hayâtî önem taşıyan kimi nasihâtler, halk içinde ‘kılıksız’ olarak adlandırılan kimselerden gelmektedir. Çünkü onlar hayâtı yaşayıp da öğrenenlerdir.”(FİLOZOF TORLAKON)
Yavrularda açıksarı olan gözler iki yaşından sonra turunculaşmaya başlar ve yaş ilerledikçe de kızarmaya devam eder. Tüy renk ve desenleri de iki yaşında ergin şekline bürünür. Resimler iki ayrı alt türe aittir(Çakır atmacanın dünyada 12 alt türü bulunur). Tüy desenlerinin dağılımına dikkat!.