(“İnadına Türkçe” kelimelerin kullanılmaya özen gösterildiği bu bildirideki Öğreti ve Telkinler “Torlakon rengi” olan Turkuaz yeşili kalın harflerle vurgulanmıştır. Yazıda gözden kaçmış hatalar varsa hoş görülmesi dileğiyle…)
On Maddelik Temel Telkinler
1 - Tüm yaratıkların hayat hakkına saygılı ol!... Karınca da Dünya’ya bir kez gelir.
2 - Onur ve hatırı gözetici ol!... Onuruna dokunulan hayvan dahi olsa, yaşamaktan vazgeçip her şeyi yapabilir.
3 - Rezillerden uzak ol!... Kaybedeceği bir şeyleri olmayanlar, sana her şeyini kaybettirebilirler.
4 - Lüzumlu on konuda uzman ol!... Hayat, lüzumsuz şeylere zaman harcanacak kadar uzun değildir.
5 - Ayak bastığın vatan toprağında kefensiz yatanların farkında ol!... Gafiller, kaybetmeye hazır, gören körlerdir.
6 - Kıyamete kadar kötülerin ve kötülüklerin var olacağını bil!... İmtihan dünyasında zalimin biri ölmeden diğeri yaratılır.
7 - Olmasını istediğin şeylerin nazlanacağını, istemediğin şeylerin de direneceğini bil!... Azmi ve sabrı terk eden kaybeder.
8 - Nerede ve kiminle olursan ol, çok iyi bir dinleyici ve gözlemci ol!... Çoğu zaman, söyleyen kaybedici, dinleyen de kazanıcıdır.
9 – El alemden merhamet bekleme! Güçlü ol, merhamet sahibi ol!... Hayat ancak iyilerin ve iyiliklerin gücüyle huzur getirir.
10 -Ruhunun derinliklerindeki güçle, düşebileceğin en kötü durumdan dahi mutlaka çıkabileceğinden emin ol!. Hayatın görünen şekline kapılarak ruhunu mahkum etme!. İkna et, ateş seni yakmasın!. Ateşin yakıcı olması doğası gereğidir. Eğer onu ikna edemiyorsan pişmemişsindir!.
KÖTÜLÜKLER MECLİSİNDEN KAÇ DOSTUM; BIRAK, NERDE DİNLENİRSE DİNLENSİN!.
SEN İYİLİK TOHUMLARI SAÇ DOSTUM; BIRAK, NERDE ÇİMLENİRSE ÇİMLENSİN!...
Doğadaki döngüyü kısaca ifade etmek için hep şu örneği veririm:
Az buçuk gücüyle tanınan aslan, evcil kedi iriliğindeki Kuyruksüren’i (Firavunfaresi) kolaylıkla avlar. Kuyruksüren, usta bir kobra avcısıdır. Kobra da aslanı ısırarak öldürür…
Bu devranın böyle dönmesinin nedeni; dünyanın düzenini bozmasınlar diye, her hayvanın bir diğerine bağımlı olarak yaratılmasıdır. Dolayısıyla hiçbir hayvan yeryüzünün mutlak hakimi olamamakta ve doğanın düzenini de bozmamakta, bozamamaktadır...
Tanrıya kul olsun, yeryüzünde hüküm ve adaleti uygulasın diye "Ademoğlu" sahneye konulmuştur.
Ancak, o yaratılırken, en büyük düşmanı (nefs) ile beraber, onunla içiçe yeryüzüne gelmektedir.
Bu nefs denilen şey; azı insana hayat verip de çoğu öldürücü zehir olan bir ilaç gibidir.
Hayvanlar için, nesillerini devam ettirmek, hayatta kalmaktan daha önemlidir.
Nesillerini devam ettirebilmek için verdikleri dişe diş mücadeleyi, yaşamak için vermezler...
Ademoğlu’nun nefsi ise, hayatını yaşamak(?) için her şeyi feda etmesi gerektiğini telkin eder ve asıl felaket de işte burada başlar:
Nefs Tanrılaştırılırken, Tanrı da ademleştirilir!.
Tanrı ile pazarlıklar yapılır(!), vaatler koparılır, hatta güreş bile tutulur(!)...
Bundan beş altı bin yıl öncelerine gidelim… Ademoğlu, açıklamaya ilminin yetmediği fakat canını da oldukça sıkan olayları Tanrı’nın ruh haline (psikolojisine)(!) bağlar.
Sözgelimi: havalar çok mu kurak gitti?... Durum gayet açıktır; "Tanrı’nın canı sıkılmıştır", "kurban" istenmektedir... Çaresi de bellidir: "İlk doğan erkek çocuk kurban edilecektir" ve edilir.
Havalar çok kötüdür. Ortalık tufana, sele karışmaktadır.
Yapılması gerekense; "kızan" Tanrı’yı sakinleştirmek için bir yaşına kadar olan bütün kız çocukları yakılmalıdır.
Şiddetli bir deprem olmuştur. Durum oldukça vahimdir; "Tanrı fena halde acıkmıştır ve zıvanadan çıkmak üzeredir(!). Tez elden karnı doyurulmalıdır".
Tanrı heykellerinin karnına oluşturulmuş fırınlarda "Tanrı taze sever" diyerek bebekler yakılır ve böylelikle, Tanrı’nın doyurulduğuna inanılır. Karnı doyan Tanrı’nın(!) hela ihtiyacı(!) konusunda herhangi bir sıkıntı duyulmaz. Ondan dolayıdır ki, tarihten geriye pek çok Tanrı heykeli kaldığı halde “Tanrı helası” diye bir şeyi bugüne kadar duymuş değilim. Belki de sindirimlerinin güçlü olacağına hükmedip atık bırakmadıklarını düşündüler. Keza, Tanrılık iddiasında bulunan Firavun’un hela ihtiyacı yokmuş gibi davrandığını ve her sabah Nil Nehri kıyısına gizlice bu ihtiyacını karşılamak için gittiğini de o dönemin rivayetlerinden öğreniyoruz.
Yüce Yaratıcımızın hassas yürekli bir kulu olarak ifade etmeliyim ki; Mısır Firavunlarına karşı da acıma nazarıyla bakmaktayım. Gücü ve varlığının haşmetine bakarak Tanrılık iddiasında bulunan, gerçekte ise; saçına düşen bir ak kıla bile engel olamayan Firavun da bir gün her fani gibi ölümü tadacaktı. Hiçbir canlı yaratığa ayrıcalık tanımayan hayat O’na da tanımayacaktı.
Konunun özünde Ademoğlu’nun imtihanı vardı: Acaba, hangi durumda nasıl davranacaktı?...
Onun için, Ademoğlu’nun yanıbaşında kötüler, kötülükler ve çirkinlikler hep olacaktı.
Zaman zaman; “Ey kavmim! O öyle değil de böyle…!” diye uyaran Peygamberlerin en sonunda; “Ey insanlar!” diye seslenen bir uyarıcı “Doruk İnsan” gelecekti…
Tanrı’nın elçileri bile aciz kalacaktı pek çok zamanda.
Onlar “İmtihan oyunu”nun baş oyuncuları gibi, verilen görevi (rollerini) temsil edecekti sadece.
Kardeşi Habil’i öldüren Kabil’in babası Hazreti Adem (A.S.) olacaktı…
Nuh (A.S.) olacaktı daha sonra. Kendi karısı ve oğlu Kenan’a söz geçiremeyip tufanda kaybedecekti…
Hazreti İbrahim olacaktı; oğul İshak’ın nesli (Yahudiler), İsmail’in neslini (Araplar’ı) kana boğacaktı. İshak “Esas oğlan”, İsmail de “Şamar oğlanı” gibi algılanacaktı; Biri “Esas kadın” Sare’den doğdu diye üstün sayılacak, diğeri de cariye Hacer’den doğdu diye aşağılanacaktı…
Yakup peygamber olacaktı; Yusuf sevdasını çekemeyen oğullarının yalanlarıyla gözyaşı dökecekti…
Musa peygamber olacaktı daha sonra. Kavmini Firavun’un zulmünden kurtaracaktı… Kurtardığı bu kavmin devamı, insanlığın başına bela olacaktı. Dünya’yı fitne ve kan deryasına salacaktı…
Musaseverlerin zulüm ve vahşeti, Firavun’un zulmünü aratıp rahmet okutturacaktı…
Meryemoğlu İsa (A.S.) olacaktı daha sonra. Çağrılarına pek inanan bulunmayacaktı. El ve ayaklarından dört mıh (carmıh) ile çakılacaktı. Onun bu halini haç (istavroz) edinip, Müslümanların alınlarına çakacaktı “İsasever” olduklarını söyleyenler, yüzyıllar boyu: Haçlı Seferleri boyunca, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Endülüs’te, Filistin’de, Afrika’da. İstiklal harbimiz yıllarında Yurdumuzun pek çok bölgesinde…Bosna’da, Azerbaycan’da, Çeçenistan’da… Ve bugün Irak ve Afganistan’da…
Doruk insan olarak gönderilen son peygamber Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in ümmeti garip olacaktı. Gariplik O’nun nesline çok da uzak değildi aslında. Saadet Asrı’nın dört zirvesi de (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) şehit edilecekti birbiri peşisıra… Sevgili torunlarından Hasan’ı, karısı zehirleyerek şehit edecek; Kerbela’da vahşice boğazlanan sevgili Hüseyin’in durumu ise tamamen içler acısı olacaktı…
Günümüzde ise bini bir para olmuş garipliğin. Ehl-i Beyt’in emanetleri, “Musaseverler(!)”in güdümündeki Küresel Haydut ABD’nin talan ve tecavüzleri altında perperişan.
Hahamları var Musaseverlerin… İsaseverlerin de papaları… Muhammed ümmetiyse yetim çocuk gibi..
Musa ve İsaseverler omuz omuza saldırıyor. Görüntüler birbirini aratmıyor; Bosna’da, Azerbaycan’da, Irak’ta, Afganistan’da. En Yürekli Yiğitler Ülkesi Çeçenistan’da…
Bir ülkenin (Irak) devlet başkanı bile tecavüz ve işkencelerden geçirilerek aşağılanıyor günlerce. Bu işkence ve tecavüzlere, işgalcilerin başı Siyoncu uşağı İsa’cı “Şebek” Buş da iştirak ediyor; gizlice bu ülkeye gelerek. Baba Buş’un resmini ve siyon yıldızını kaldırımlara çizdirerek halkına çiğneten Saddam’dan intikam alıyor(!)…
Bütün bunların ardından açıklanıyor Saddam’ın yakalandığı. Sığındığı yerden yenice çıkartılıyormuş gibi sağlığı kontrol ediliyor(!). Dişlerinin çürüklerine bakılıp, saç ve sakalında haşere aranarak, bir daha aşağılanıyor, bütün Dünya’nın gözünde… Kafasında ve yüzündeki 8-10 günlük yara bere izleri bu düzmece oyunu (senaryoyu) ele veriyor. Elbisesinin örttüğü vücudundaki işkence çürüklerini ise hiç gören olmuyor…
Sahipsiz kalan bir halkın içinde tonlarca bombaları patlatıyor işgalciler. Pazaryerinde, cami önünde, alışveriş merkezlerinde, hastahane önünde-içinde bile… İşkence ve tecavüz edildikten sonra kafalarından kurşunlanarak katledilmiş onlarca ceset bulunuyor her Allah’ın günü… Bir milleti yok etmek istiyorlar; kendi vahşetlerini “mezhep çatışması” olarak gösterip halkı birbirine düşürerek…
Ne gariptir ki, Türkiye İletişim Cazgırları (Medyası) da üstüne basa basa “intihar eylemi” olarak duyuruyor bu alçakça vahşetleri. İşgalci aşağılık yaratıkların sözcüsü gibi davranıyor…
Gariplik ve sahipsizliğin bini bir para... İslam garip, Müslüman garip, insanlık bir garip…
Yoksulu, güçsüzü, garibi ve hatta müslümanı insandan saymayan bir insanlık anlayışı hüküm sürüyor..
Müslüman kadın ve çocuklarının namuslarını camilerde bile kirletmekten en ufak endişe duymayan iğrenç yaratıklar bir yandan da kahkahalar eşliğinde şöyle bağırıyor:
“Bizim Tanrımız, sizin Tanrınız’dan üstün. Bizim Tanrımız bizlere, sizin Tanrınızın evinde (camide) bile tecavüz etme fırsatı verirken, sizin Tanrınızın gıkı bile çıkmıyor!”
Alçaldıkça alçalmanın, Tanrı adına yapılıyor olması, Tanrı’nın has kullarını insanlığından utandırıyor.
Akıl sahipleri için sözün bittiği yer gelip çatıyor…
Çocukların; “Benim babam senin babanı döver!” demesine belki gülüp geçiveririz de, saçı sakalı ağarmış ademlerin; “Benim Tanrım senin Tanrı’nı döver!” anlayışına gülüp geçemeyiz:
Yüzümüz kasılır, benzimiz solar, vicdanımızın duvarına çarparız o anda; aklımızın tavanı çöker…
Bir yandan insan hakları ve barış nutukları atılırken, hayvanlık dışı vahşet ve alçaklıklara seyirci, hatta destekçi olunduğunu görüp durmak; “Acaba sıranın bize de gelmesi yakın mı?” diye sordurtmaktadır…
Sözümün başlarında dediydim ya; “Nefs Tanrılaştırılırken, Tanrı da ademleştirilir.” diye.
Papazlar ve Hahamlar tarafından, aklından zoru olan Tanrılar türetiliyor. Yapılan vahşet ve alçaklıklar da, hayali ve kana susamış Tanrılar(?) adına sergileniyor.
Ve insanlık adına utanç içinde kıvranmak da, Yüce Tanrı’nın garip, güçsüz ve yetkisiz kullarına kalıyor.
(Bre akıl!... Bazen öyle uzaklara kayboluyorsun ki, sana erişmek mümkün olmuyor. Kaf dağının ardına mı saklanıyorsun ne?!...)
Kullar Cennet’e Tanrı’nın yardımıyla, Cehennem’e ise kendi gayretleriyle girerler!.
Tanrı, azıcık akıl ve mantığın kabul ettiği bir yüce varlık anlayışıdır.
Nohut kadar beyni olmayan bir serçe kuşu bile, Tanrı’nın; adaleti, iyiliği, darda kalmışa yardım etmeyi, sevgiyi, hoşgörüyü, temizliği vb emredeceğini bilebilir.
“Asın! Kesin! Katledin! Irzına geçin! Yakın! Yıkın!...” diye telkin eden ise, Tanrı değil;
Ya sapık bir papazdır, ya da kaçık bir haham. Nereden bakılırsa bakılsın; kimliği belli veya belirsiz bir şeytanın peşinden sürüklediği tangırtıdır vesselam…
Fıkra şöyle:
Yamyam ülkesinden bir çocuk, papaz olarak yetiştirilip tekrar ülkesine bırakılmak üzere hristiyanlık tacirleri (misyonerler) tarafından İngiltere’ye götürülür. Birkaç yıl sonra İngilizce bilen bir “Yamyam papazı” olarak Yamyamistan’a geri döner. Babasının, elinde okla bir maymunu avlamaya çalıştığını gören tahsilli ve medeniyet(!) görmüş evlat şöyle seslenir:
--- Bizler çağın çok gerisindeyiz buba yav!... Çağdaş ülkelerde böyle avlanmıyorlar!...
*** Peki nasıl avlanıyorlar oglım?!
--- “Bomba” dedikleri ağır taşlarla, “Füze” dedikleri büyük oklarla avlanıyorlar. Bir tanesini attılar mı binlerce avı öldürüyorlar.
*** Deme be oglım?!... Peki o kadar avı nasıl yeyip tüketiyorlar ya?
--- Yemiyorlar ki buba!... Sokaklarda bırakıp çürütüyorlar. Belki kedi köpek filan yiyor…
*** Ne?!!!... Vay!…mının ..mının çağdaş Buştperestleri!.. Madem ki yemiyorlar, ne diye öldürüyorlar?!!!.
--- “Musa aşkına, Mesih aşkına” buba!...
*** Ne biçim aşkmış oglım o?!... Yamyam olmaktan ilk defa gururlandım ulu totem aşkına…
--- …..?
Yeryüzünü Cennet’e çevirme gayretinde olmayanların, Tanrı’nın Cennetini istemeye de hakları olmaz!.
Ademoğlu, Tanrıyla ödeşmek(!) için "hiçbir şeyden haberi olmayan" bebekleri kurban eder, ateşte yakar, kuma gömer...
Kendi suçluluk duygusunun bedelini (faturasını) masum yavrulara ödetir... Kendi tırnağını bile feda etmez...
Timsah, dişleri arasında korur yavrularını. Balık, ağzının içinde; kurbağa da midesinde saklar... Aslanın keskin dişleri, yavrularına karşı pek merhametlidir... Peki, ya Ademoğlu!...
İstenmeyen veya gayrimeşru ilişkinin neticesi olarak doğan yavru boğularak, aç bırakılarak, dondurucu soğukta bekletilerek, diri diri gömülerek vb şekilde öldürülür.
"Bir sen eksiktin. Sen de nereden doğdun?" sorusuna cevap veremediği için bedelini(!) ödemektedir.
Konuşamamaktadır. Kendini boğan elleri engellemeye güç yetiremez minik parmakları. Hakkını savunamamakta; "Avukatımı isterim!... Nerde bu devlet, nerde bu millet, nerde insanlık?!!!..." diye feryat edememektedir...
Bir kızcağız, daha Dünya’nın kaç bucak olduğunun farkında olamadığı bir yaşta, birilerinin tecavüzüne uğrar... Ruh halinin bozulduğu, hayatının karardığı bir yana, uğradığı alçaklığa ve iğrençliğe karşı hakkını savunabilmek için etrafından yardım beklerken, ummadığı bir tepkiyle karşılaşılır; sanki asıl suçlu kendisiymiş gibi. Aile meclisi toplanır ve "intihar edip, namuslarını temizlemesi(!)" kararını alır. O ise, hiç beklemediği bir yanlış karardan dönüleceği umuduyla firar edip, sığınacağı bir "kanat" arar. Ammavelakin, peşine düşürülen "namus temizleyicisi(!) infaz takımlarının elinden kurtulamayıp suçun bedelini öder(?)...
Haa!... Asıl tecavüzcü, ne mi olur?... Ya hiç ceza çekmez, ya da "tırıvırı" bir cezanın ardından yeni kurbanlarının peşine düşer...
Kimi zaman da Ademoğlu, kendi suçunun bedelini “BERDEL” olarak küçücük kızına ödettirir…
Hangi yaşta olunursa olunsun, hayatın gerçek manasını algılamak istemeyen Ademoğlu, nefsinin azgınlığından kendini kurtaramaz. Mutlu başlayan pek çok aile hayatı, bir süre sonra "pirenin tapırtısı" benzeri bahanelerle dağılır. Bunun bedelini de yine, ortada kalan; sokaklarda, köprü altlarında geceleyen; kaldırımlarda, parklarda üşüyen, açlık çeken - tiner çeken yavrular öder.
İçine düştüğü duruma, çevresine ve hayata küsüp nefret ederek, uyuşturucunun kokusunda kendine başka bir hayat boyutu arayan yavrularımızdır onlar...
"İnsana rağmen" olan bugünkü bütün sosyal sistemler (Komünizm, faşizm, buşizm... evir zıvır), en önemli dayanaklarını "Darwinizm"den alırlar.
"İnsan; tekamül etmiş, düşünen bir hayvandır" denilerek “orman”a atılan Ademoğlu, "orman kanunlarına" dahil edilmiştir. Güçlünün zayıfı ezip yok ettiği ve gücün daima haklılık dayanağı sayıldığı orman kanununa...
Dolayısıyla, her zaman için, gücü elinde tutan "Küresel” haydutlar, istedikleri yeri işgal edip katliamlar yapmaya, kendilerini yetkili ve haklı saymaktadırlar:
Dünya’nın pek çok yerinde haydutluğunu sergileyegelmiş olan ABD, Afganistan ve Irak topraklarını mezbahaya çevirmeye devam etmektedir.
Rusya’nın Çeçenistan’da, Çin’in de Doğu Türkistan’da insanlığı yok etmesine seyircidir Dünyalılar…
“Ulusal çıkar”lar, Ulusları insanlıktan çıkarmaya devam etmektedir!.
Bozulmuş olan dinlerin telkinleriyle vahşileşen Ademoğlu kimi zaman da tabulara sığınarak kan döker; korku ve cehaletinin bedelini, gücünün yettiğine ödetmeye devam eder:
Bir vatandaş gördüm; elindeki sopayla bir kertenkeleyi öldürmeye çalışıyordu.
"Ne istiyorsun o zavallıdan?" diye sorduğumda;
"Bu şerefsiz var ya!... Firavun(Nemrut'u kastediyor), Hazreti İbrahim'i ateşe attığında, üflüyormuş; ateş daha şiddetli yansın diye!..." cevabını aldım. Olaya bir de kertenkele tarafından bakmak için kendimi onun yerine koydum:
"Ben iki yaşında bir Tarla kertenkelesiyim. Dört-beş bin yıl öncesi bir suçun bedelini nasıl ödeyebilirim? Üstelik, böyle bir olay gerçekten olmuş mudur?. Çünkü biz sürüngenler, soğukkanlı olmamızdan dolayı sıcak ortamları severiz fakat ateşten hiç hoşlanmaz, ondan köşe bucak kaçarız. Ayrıca, sizlere hiçbir zararımız olmadığı gibi, çiftçinin ve köylünün dostuyuzdur da."
Bir başka yerde de bir Ademoğlu, bir yılanı taşa tutuyordu.
"Derdin ne?... Ne istiyorsun o eli yok, dili yok hayvancağızdan?" diye sordum.
"Bu mel'un var ya... Şeytanla bir olup Adem(A.S.) babamızı Cennet’ten attırmış... Üstelik soğuk hayvan... Ne de olsa pis bir şey!..."
Kendimi yılanın yerine koydum: "Ben altı yaşında bir Eskülap yılanıyım. İnsanlara hiçbir zararım yoktur. Üstelik tarım ve toprak için faydalıyımdır da. Çocuklar, beni tutmak isteseler bile onları ısırmam. İnsanlara kolayca alışır, onlarla dostluk da kurarım... Fakat, elim yok ki; sizlerle tokalaşıp "merhaba" diyeyim. Dilim yok ki; derdimi ifade edip hal hatır sorayım, "Benden size hiçbir zarar gelmez, rahat olun!" diyeyim. Dilim söylemiyor, elim olmadığından dokunamıyorsam; bunun suçlusu neden ben olayım... Üstelik, sekiz-on bin yıl önce olduğunu söylediğiniz öyle bir olay gerçekse eğer, bunun bedelini altı yaşındaki bu garipten sorarsanız; size de biri şöyle diyebilir:
"Sizin Adem babanız var ya; şeytana uymuş, o güzelim Cennet’ten kovulmuş. Şimdi ben, Adem torunlarının fitne ve fesada boğup, kan deryasına çevirdiği yeryüzünde yaşıyor olmaktan iğreniyorum. Cennet gibi bir yerde yaşıyor olmak varken, ne işim var benim, bu "Dünya" denilen mezbelelikte?!!!...Haydi bakalım!... Adem babanızın sekiz-on bin yıl önceki suçunun bedelini (faturasını) ödetmek için seni geberteceğim!..."
Torlakon, tabuların yakıldığı akıl ocağıdır!.
Nefsini tanrılaştıran Ademoğlu, merhametsizlikte ve sapıklıkta sınır tanımaz:
Canlı maymunun beynini çatalla tırtıklaya tırtıklaya yer. Böyle bir vahşeti en vahşi hayvan bile yapmaz. Üstelik, hayvanların kendi aralarındaki mücadelede acıyı algılama hissi, insan-hayvan arasındaki temastan çok farklıdır. Veterinerin uyuşturarak ameliyat ettiği köpek ile, deli Mustan'ın ahırda ciğerini deştiği köpeğin acıyı hissetme farkı gibi…
Kürk sevdasına, hayvanların derisini canlı canlı yüzer, bacaklarını doğrar. Öyle ki, derisi tamamen yüzüldüğü halde, hayvancağız nefes almaya ve gözlerini kırpmaya devam ediyordur. Böyle bir vahşete en önemli aracının; kültürlü ve çağdaş yaşantılı kürk düşkünleri olması düşündürücüdür…
Özellikle uzakdoğu ülkelerinde, ölü bebekleri (yani insan yavrularını) çorba yaparak yer. Yamyamlık çağdaş bir şekilde devam ediyor. Eski yamyamlar ise çoktan uygarlaştılar fakat, adları çıktı dokuza...
Hayvancağızları canlı canlı yağda kızartır. Öyle ki; pişmiş balık, müşterinin önüne konulduğunda çırpınmaya devam etmektedir. Bu vahşilik; Uzakdoğu kültürünün, batılı tek dişi kalmış paralı sırtlanlara sunduğu bir medeniyet yarışı(!) olsa gerek...
Yedi-sekiz yaşındaki çocukların namuslarını satarak kirlettirir; Batı’lı parası bol - insanlığı kıt iğrenç suratlı yaratıklara.
İçimizden bir alçak mahluk anlatıyor, Tayland macerasını... Yedi yaşındaki kız çocuğuyla nasıl yattığını... Çocuğun nasıl ağladığını... Olayı dinleyen dostumun, yedi yaşındaki kendi çocuğu geliyor bir anda gözlerinin önüne, "O iti gebertmeyi çok geçirdim aklımdan, fakat fırsatını bulamadım" diyor.
Türk kanı taşıyanla taşımayanın farkı hemen belli oluyor…
Aman haa!...
Toplumumuz büyük bir yozlaşmışlık seli içinde sürükleniyor. İslamlığı da, Türklüğü de yok ediliyor.
Cinayetler, tecavüzler, hırsızlıklar, arsızlıklar, cinnetler, yüzsüzlükler, ihanetler, çirkinlikler, pislikler…
Aklımızın duvarlarını çatlatan olayları kanıksar duruma getiriliyoruz.
Dillerimiz varmıyor, beşikteki bebelerin bile uğrar oldukları iğrençlikleri ifade etmeye.
Acaba bu yaşananlar rüyada mı diye soruyoruz kendi kendimize. Rüyada bile yüzümüz kızarıyor…
Devletin borçları karşılığı Filistin’i satmaya yanaşmayan Büyük Sultan Abdülhamid Han’a öfkelenerek; “Türkleri Kızılderililer’den daha alçak bir millet yapacağız!” diyen Teodor Hertzel geliyor aklımıza…
Bizlere “Kafa derisi avcısı vahşi kavim” olarak tanıttıkları Kızılderilileri vahşice yok ettiler.
Son kabile reisi Kara Atmaca(Ma-Ka-Tai-Me-She-Kia-Kiak,1767-1838)’nın direnişi 1830’larda kırıldı. Bütün kabilesini yok ettikleri bu asil ve mangal yürekli kişilik abidesini, akla hayale gelmedik işkencelerin ardından sağ bıraktılar; “Tarihi Canlı Kalıntı” olarak kullanmak için…
Ala atlara ve ala kurtlara hayran, doğa ve insan sevdalısı bir kavim yok olup gitti. Onlar, Asil Türk Milleti’nin, uzak diyarlara göçmüş kardeşlerinden başkası değildi…
Kara Atmaca’nın peşisıra Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in direnişi başladı.
Yüz yıl kadar sonra da Altay Dağları’nın Kartalı Osman Batur’un savaşı başlayacaktı.
Bir başka Şamil çıkacaktı, Şeyh’ten yüz elli yıl sonra Kafkas Dağlarında. Adı “Basayev” olacaktı.
İnsanlıktan nasibini almamış Sömürgecilere karşı şanlı duruşunu sergileyen yiğitlik ve asalet abideleri yapayalnız bırakılacak; Dünya’nın gözleri önünde son nefeslerini verip, bir bir yıkılacaktı.
Barış ve insan hakları bağırtılarından geçilmeyen bir Dünya’da, can çekişen insanlığın feryadını duyan olmayacaktı…
İnsan; hangi ırk, din ve kültürden olursa olsun, “can”a yapılan haksızlığı kendine yapılmış gibi tepki veren canlıdır!.
Ademoğullarının seciyelerinin, hayvanlar aleminde de benzerleri vardır. Yakınlık ve hayranlık duyulan hayvanların özellikleri, sahiplerinin kişiliklerine de yansır. Örnek olarak TÜRKLER, KIR ATLAR ve BOZKURTLAR… Atlara dokunan ve kurtlara bakınan uluslar asalet sahibidir. Tabi bütün bunları, yaratılışındaki ruh hali üzerine giydirilmiş kültürle birlikte değerlendirmelidir. Yozlaşmamış Türkler ve Kızılderililer’in aynı ruh halini taşıdıklarına, insana ve doğaya bakışlarındaki tıpatıp benzerliğe dikkat!...
Türk Milleti’nin seciyesi ile domuz hayvanı uyuşmaz. Bir başka deyişle; domuz etiyle beslenen bir hristiyan Avrupalı’nın seciyesi katmerlenirken, aynı eti yiyen Türk'ün davranışları olumsuzlaşır. Yani, özgürlük düşkünü kurt, fırsatçı ve çıkar düşkünü çakala dönüşür. Erkeği de, ürkeği de dişileşir.
Türkiye’de on binlerce ton domuz ürünü “sığır” adı altında satılıp tükettiriliyorsa, bu Milletin neden bu kadar hızlı yozlaştığının sebeplerinden birini anlamamak mümkün değil…
Domuz ürünlerinin, toplumların kişiliklerini bozmak ve cinsel sapkınlıkları artırıp yaygınlaştırmak kastıyla, bolca tüketilen bazı yiyecek ve içeceklere karıştırıldığı, olayı bilen vicdan sahipleri tarafından itiraf edilmektedir…
Batılılar’ın "KOCAKURT - BOZKURT" dedikleri gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün milletini, "çakal"laştırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir... DOMUZ ETİ, KURDU ÇAKALLAŞTIRIR!.
Ne yediğini söyle, nasıl davranacağını söyleyeyim!.
Aslında, domuz hayvanının varlığı, yenilmek için değil; doğayı temizlemek içindir. Tütün bitkisinin de içilmek için olmadığı gibi… Bilindiği gibi domuzlar, kendi leşleri ve pisliklerine varıncaya kadar her şeyi yeyip temizlerler. Akbaba ve sırtlan gibi leş yiyicilerinin ulaşamadığı yerlere bile rahatça sokulup görevlerini yaparlar. Vücut yapıları, postlarının sağlamlığı, gözlerinin küçüklüğü vb özellikleri onları ayrıcalıklı yapmaktadır. Onlar böylelikle doğayı temizlerken, her türlü zararlı ve hastalık yapıcısı unsuru da bedenlerine yüklemiş olurlar.
Tütün bitkisi ise, domuzların yaptığı fiziki temizliği, kimyevi temizlik ile desteklemektir. Toprakta bulunan her türlü zararlı madde ve ağır metalleri bünyesine çeken bu bitki, bu haliyle insanlığın dostudur. Oysa tütün tüccarları için durum çok farklıdır. Özellikle yabancı sigara üreticileri her çıkı (paket) sigaraya 70 miligrama varan arsenik yüklemesi yapmaktadırlar. Akciğerlerinizde mekan tutmuş fareleri(!) öldürmek için değil elbette. Bağımlılık oluşturarak daha fazla satabilsinler diye...
Bazı ulusal seciyelere (karakterlere) örnekler:
Çinliler: Yılan seciyesi taşırlar fakat ejderha olduklarını sanırlar. Gayet sinsidirler. Yutamayacakları lokmanın olduğu yerde göze gözükmezler. Beslenme alışkanlıkları bile vahşi ve mide bulandırıcıdır. Doğmadan öldürülmüş (Kürtajla alınmış) bebek ceninlerini “genç ve dinç kalma”(!) arzusuyla çorba yapıp yerler. Esaret altında tuttukları Atayurdumuz Doğu Türkistan’daki soydaşlarımıza karşı uyguladıkları vahşete, bütün Dünya’nın seyirci kalması ibret vericidir. Ayrıca, yamyamların bile devlet oldukları günümüz Dünyasında “Esir Türkistan” gerçeği, Altay Dağları’nın boynunu bükmektedir…
Nüfus ve ekonomileri hızla büyüyen bücür Çin yılanları yakın gelecekte günümüzün "Küresel haydut"u ABD'nin yerini alacaklardır. Yahudilerin sebep olacakları “Son Büyük Savaş” olarak beklenilen Üçüncü Dünya Savaşı’nın ardından "Çekirge sürüsü" gibi, Dünyayı işgal edeceklerini; Yok oluşlarının da sadece sarı ırkı etkileyen bir hastalıkla (virüsle) olacağını düşünüyorum…
Kahin değilim, fakat, bütün ırmakların denize doğru akmakta olduğunu da apaçık görüyorum!.
Ruslar: Ayı kişiliği taşırlar. Hangi armudu ikram ederseniz edin, yüzlerini güldüremezsiniz. Kaba ve zırtapoz davranışlarıyla belirgin olan ayılar nasıl ki yavrularına bakıp severken çiğner ezerlerse; Rusların da, rehine kurtarma harekatlarında önce kendi rehinelerini öldürdüğüne dikkat!...
Amerikalılar: Maymun kişiliğindedirler. "Üç maymun karakteri" (Görmedim, duymadım, bilmiyorum)u çok iyi oynayan Amerikalıların, yalan-dolan ve tertiple ülkelere savaş açarak işgal-katliam ve tecavüzlerini gördükleri halde Haçlı ve kana susamış Buş Ekibini yeniden seçmiş olmalarına dikkat!... Özellikle Buş'un yüzü, bazı şebek türlerini çağrıştırıyor mu, çağrıştırmıyor mu?...
“Bir ülkeye savaş açmak veya işgal etmek için bahane olarak gerekirse bir kasabamızı bile ortadan kaldırırız.” İtirafında bulunan bu haydut topluluğu (ulus diyemeyiz çünkü) iki binalarını ortadan kaldırarak, iki ülkeyi işgal ve talan etmek için bahane üretmişlerdir. Afganistan ve Irak’ta gerçekleştirmiş oldukları vahşet ve talanın adını da, büyük bir yüzsüzlük abidesi olarak “Özgürlük ve adalet” koymuşlardır. Bu arsız ve haydut maymunlar keşke “konuşamayan” maymunlardan olsalardı…
Millet olma vasfından yoksun olan topluluklar, kendilerini bir arada tutabilmek için öcüler icat ederler!.
İngilizler: Tilki seciyesindedirler. Dünya garipleri, bunların hile-tertip ve kalleşliklerinden çok çekmiştir. Afrikalısı, Kızılderilisi, Hintlisi, Avustralya'nın Aborjini, yamyamı... Başka gezegenlerde hayat olsaydı, uzaylılar da nasibini alırdı herhalde. Osmanlı’nın dağılmasındaki en baş çıban, İngiliz illetidir. Tanrı bu milleti sanki insanlığın başına bela olarak yaratmıştır ki; Ortadoğu'ya İsrail'i oturtan ana unsur da (dört bin yıldır vaat edici) Tanrıları(?) değil, İngilizlerdir.
Çanakkale Savaşları sırasında her türlü silah ve malzeme üstünlüklerine karşın, aç ve yoksul dedelerimizden ummadıkları bir direniş görerek zıvanadan çıkanların başında gelen İngiliz başvekili eşcinsel Churchil, Halk meclisindeki konuşmasında şöyle bir çözüm öneriyor: “Türkler Müslüman oldukları için insan sayılmazlar. Onun için gaz bombalarıyla öldürülmelerinde bir sakınca yoktur!”…
Her türlü kılığa bürünmekte pek mahir olan bu millet nihayet cinsiyetini bile şaşırmıştır. Gurur duydukları, tarihi pek çok şahsiyetleri bile eşcinseldir. "Acaba, TBMM'nde eşcinsel var mı?" şeklinde sorulabilecek bir soruyu, İngiltere meclisi için; "Acaba eşcinsel olmayan kaç vekil var?" şeklinde sormak gerekir…
Fransızlar: Fare kişiliğinin dünyadaki en önemli temsilcisidirler. İyi koku alırlar ve kokar işlere pek düşkündürler. Arı kovanına girdiklerinde, petekleri özenle koklayıp temiz yerlerinden kemirmeyi severler. Halbuki daha önce peteklerin üzerine işeyip kaka konduranlar da kendileridir. Kendi pisliklerine “Fransız” kalmak en belirgin özelliklerindendir. Cezayir işgali sırasında vahşice katlettikleri iki milyona yakın masumun resimleri henüz tozlanmadığı halde, bu yaptıklarını görmezden gelerek, doksan yıl önce Anadolu’nun Türk halkını arkadan hançerleyen Ermeniler’e ne olduğunun hesabını bizden sormaya kalkışmalarına ibretle bakın… Ayrıca, Çinliler’in “genç ve dinç kalma” amacıyla çorba yapıp yedikleri bebek ceninlerini, “genç ve dinç görünme” arzusuyla, cilt bakım ürünlerinde kullanmayı tercih eder bu Güzellik Sıçanları…
Yahudiler: Kene kişiliğine en yatkın millettir. Başkalarının sırtından geçinmeye bayılırlar. Kendilerinin Tanrı tarafından ayrıcalıklı (efendi, çoban) olarak yaratıldığına inanır ve başka milletleri de “davar” olarak nitelendirirler. Dünya’ya hakimiyetleri için gerekli üç şey olan; fikir, örgüt ve paraya büyük önem verirler. Küresel Sermayeyi de “Para gölgede kazanılır” diyen bu tefeci millet sevk ve idare etmektedir. Dolayısıyla savaş ve buhranların tertipçisi olarak ün salmış olan bu fitneci millet para musluklarının başını da ele geçirmiş durumdadır. Dünya’daki silah üretiminin de başını çekerler.
Halk kültürümüzde efsanevi bir yer tutmuş olan mavzer(Mauser) silahını üretenin bile Yahudi Loewe ailesi olduğunu hatırlamış olalım. Fikir; “Büyük İsrail”i ifade eder. Örgüt; pek çok isim altında etkinlik gösteren Mürteci Yahudi (Siyonist) loca ve yapılanmalardır. Keneler en fazla kan emdiklerinde on kat kadar büyüyebildikleri halde, Dünya’daki toplam sayıları 15 milyonu bulmayan bu millet kendisini yüz kat daha hacimli hissettirmekte ve bir buçuk milyarlık ulusların yapamadıklarını yapmaktadırlar. Özellikle, boynuna geçirdikleri tasma sayesinde Küresel Haydut ABD Maymunu’nu istedikleri gibi oynatıp sağa sola saldırtmaktadırlar…
Asalaklar, kendilerini taşıyanların kanlarını emerek teşekkür ederler!.
Sırplar - Ermeniler : Sırtlan tabiatı gösteren ortodoks topluluğunun en önemli temsilcisidirler. Domuz ile çok iyi uyum gösterirler. Vahşet ve pislikte sınır tanımazlar. Osmanlı elçilerinin sarıklarını başlarına çiviletip kazığa oturtan Voyvodaları, kan içici Drakulaları hatırlayın. Bosna ve Karabağ'da olanları; Ruslar ve Fransızlarla beraber, Anadolu insanımıza yaptıklarını akıldan çıkarmayın. Balkanları ve Kafkasları Anadolu’nun ardındaki ileri karakolları olarak gören Mürteci Yahudilerin (Siyonistlerin) Bosna’da Sırplar’a, Karabağ’da da Ermeniler’e “Müslüman boğazlama” dersleri vermiş olduklarını ibretle hatırlayın…
Yunanlılar ve Bulgarlar: Çakal seciyesi taşırlar. Sadece renk ve sesleri farklıdır. Bunun sebebi de Yunanlılar’ın ilk çağlardan beri, Bulgarlar’ın da sonradan çakallaşmış olmalarındandır. Her zaman için etrafta gezinerek fırsat kollayıp durmaktadırlar. Aciz ve çaresiz buldukları aslanların kuyruğunu koparmaktan çekinmezler. “Yunan kardeşliği” mavallarına sakın ola kapılıp aldanmayın!. Türkiye’nin aciz kaldığı ilk fırsatta İzmir’e yeniden asker çıkaracaklardır…
Bulgarlar’ın elinde de yeni “Belene” kamplarının kazık ve dikenli telleri hazır beklemektedir…
Acı gerçeklere kızmakla bir şeyler değişseydi, en fazla köpüren, Filozof Torlakon olurdu!.
Gafiller, kaybetmeye hazır, gören körlerdir. Görmezden gelince, acı gerçeklerin de ortadan kalkacağını; kendileri bekleyince, hayatın da bekleyeceğini sanırlar. Oysa hayat, dünya ile beraber dönüp durmakta; zayıflar güçlülere yem olmaya, gafiller de uyanıklara av olmaya devam etmektedir... Ey oğul!... Saksındaki çiçeğe can veren şey, toprağa karışmış ecdadının kanından başka bir şey değildir!. UNUTMA!!!...
Aradan her ne kadar bin yıldan fazla zaman da geçmiş olsa, Tanrı Dağları’nın Bozkurtları Toros Dağları’nda istenmemekte ve işgalci olarak görülmeye devam edilmektedir.
Batılıların; “Ortadoğu’nun uyuyan aslanına uyanma fırsatı verilmemelidir.” diye işaret ettikleri Anadolu Türklerine yıllar yılı telkin edilen şey; kendi kendini aşağılama, aslını inkar etme, kendini kafese koyup kilitleme vb olmuştur.
Bu vatanın ekmeğini yiyenlerin yaptığı tahribat, bu vatana göz dikenlerin yaptığını geride bırakmıştır.
Hemen her fırsatta; “Türk Milleti değil mi kardeşim….!” diye başlayan hakaretlere alışılagelmiştir.
Bu memleketin adam olmayacağı, bu Milletten adam veya önder çıkmayacağı söylenip durmuştur.
Oldu olası bu vatanın gözdikeni de, Türk Milletinin düşmanı da çok olmuştur.
Türk yurdu da Milleti de sahipsiz kalmıştır… Hatta insanlık bile garip olmuştur.
Alp Er Tunga ölmüştür çünkü.
1938’de ölmüştür son Alp Er Tunga’sı bu Milletin.
Ana ve çocuklar perişan olmuştur, baba gidince.
Onca geçen zamana rağmen güzelliğinden bir şey kaybetmemiş zengin bir dul ana gibidir Anadolu.
Göz koyanı çoktur.
Adalete, insanlığa ve hoşgörüye susamış bir Dünya’da her taraftan sarkıntılığa uğramaktadır.
1940’lı yıllarda çok kötü bir üvey babalığa katlanmak zorunda bırakılmıştır.
Bir başka baba adayında aramıştır huzuru 1950’li yıllarda.
Bu yeni aile manzarasını çekemeyenler ipe çekmişlerdir yeni babayı günahıyla, sevabıyla.
“Mahallenin namusu bizden sorulur ulan!” diyen silahlı külhanbeyleri çıkmıştır peş peşe.
Ananın evlatları birbiriyle vuruşturulmuştur yıllarca.
Ana ve kardeşlerin namusunu koruyacak, önderlik vasfındaki binlerce evlat kanlar içinde serilmiştir ayaz kaldırımlara.
Hava birden değişmiştir 1980’li yılların başında.
“Mahallenin en kahramanı” havasında birileri duruma müdahale etmiştir netekim.
Durumun, kahramanlık için olgunlaşmasını bekleyip, binlerce kardeşin birbirini boğazlamalarını seyretmenin ardından memleketi kurtarmışlardır!)…
Evlatları kendi kimliklerinden uzaklaştıracak yoz rüzgarlar esmeye başlamıştır.
Cuntacıbaşı, çıplak kadın (nü) resimleri çizerek geçirmektedir emeklilik günlerini.
“Böyle başa böyle tarak” sözünü icat eden kişi, bu durumu görseydi ne derdi acep?
Bu ibret-i alem karşısında; “Böyle kahramana böyle sanat!” derdi herhalde…
Kuzeydeki komşu SSCB ölmüştür 1990 başlarında.
“Zalim Ağa”nın sultasından kurtulan Teyze çocukları, kanatları altına sığınacak bir büyük ararlar.
“Adriyatik’ten Çin Seddi’ne ben sizin babanızım!” diyen, babalık duygusunu hiç tatmamış biri çıkmıştır.
Teyze çocuklarının umutlarını suya düşüren o yıllar, çok büyük fırsatların kaçırıldığı talihsiz yıllar olarak almıştır tarihteki yerini… Karabağ’da Ermeniler’in vahşice katlettiği Azerileri kurtarmak için iki helikopter bile gönderilmeyerek “bi tatsızlık çıkması” önlenmiş(!); “Binaenaleyh! Hazırlıksız yakalandık.” denilerek de, kof çıkılmışlığa mazeret uydurulmaya çalışmıştır…
Oysa çok daha öncesinden;
"Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. işte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür... İnanç bir köprüdür...Tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların (soydaş Türk kardeşlerimizin) bize yaklaşmasını beklememeliyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir."
diye uyarıp vasiyet etmiştir son Alp Er Tunga…
2000’li yılların başında bir başka umuda bağlanmak zorunda bırakılmıştır Anadolu ailesi.
Aynen 1950’de sürüklendiği gibi.
“Biz Anadolu’yu pazarlamaya geldik.” diyen, tüccar zihniyetli birileri çıkmıştır bu sefer piyasaya.
Avrupa güzellik yarışmasına katılınmasında ısrarcıdırlar.
“Bizim pazarımıza girebilmek için bir takım kıstasları (kriterleri) yerine getirmeli ve güzellik işlemlerinden geçmelisin!” diyerek ameliyat masasına yatırırlar Anadolu’yu.
Mıncıklamadık ve sarkıntılık etmedik yanını bırakmazlar.
Bu gerçekten bir güzellik yarışması mıdır yoksa fuhuş pazarı mı?...
Oysa işin içinde “Pazarlama” sözü geçtiğine göre durum şüphe arz etmektedir.
Ayrıca Anadolu’nun evlatları da bu durumdan oldukça endişe duymaktadırlar.
Çünkü bu pazarın esnafı ve sahipleri sabıkalıdır.
Anadolu’nun ırzına geçip evlatlarını da katlettikten sonra bütün mal varlığına el koymayı tasarlamış “Yedi Düvel” namlı katil ve sapıklar olarak tarihteki yerleri bellidir.
Eski ve eskimeyen düşmanlar çetesidir bu Yedi Düvel.
Bunların medeniyete ermesi veya insanlığa dönmesi için görünürde hiçbir belirti yoktur.
Bosna’da 300 bin insan Birleşmiş Milletler gözetiminde katledilir ve 50 binden fazla kadın ve çocuğa yıllarca planlı olarak tecavüz edilirken seyirci kalmaları bunun en belirgin kanıtıdır.
Srebrenica’da BM adına silahlarını topladıkları 8.000 erkek ve çocuğu katletmeleri için vahşi Sırplar’a teslim ederek seyreden, ardından da Sırp vahşilerle birlikte “şerefe”(?) kadeh kaldıran Hollanda’lı BM Barış Gücü komutanı ve yardımcılarına “şeref madalyası” verdiler birkaç gün önce. İşte, Avrupa bu!!!...
“Osmanlı’nın torunlarından intikam alınıyor” düşüncesiyle keyifleniyorlardı da bir çokları...
İşin en acı tarafı da, Bosna’lı Müslümanlara gidebilecek yardımlara engel olmak için Birleşmiş Milletlerin Adriyatik Körfezi’nde uyguladığı kuşatma içinde Türkiye Ordusu’nun da bulunması ve vahşi Sırplar’a karşı imkansızlıklar içinde mücadele veren Türk gençlerinin atacak kurşunları kalmadığı için Sırplar tarafından türlü işkencelerle katledilmeleriydi.
Aradan yıllar geçecek ve bütün Milletin karşı çıkmasına rağmen Lübnan’a asker göndermekte inat eden birileri; “Ne yani!.. Türkiye daha önce Bosna’ya da, Somali’ye de asker göndermedi mi?!” diye kendine savunma malzemesi çıkaracaktı.
Buna karşılık hiçbir kul da çıkıp; “Ne diyorsun beyefendi!... Türkiye Askeri Bosna’ya gitmekle; insanlığın feryadı için, Ankara’dan veya Anadolu’nun çeşitli illerinden koşan Türk gençlerinin katledilmelerine aracı oldu!...” demeyi akıl etmedi veya cesaret edemedi…
Kral’dan fazla kralcı olanın ölümü Kral’ın elinden olur!.
Ve tarih bir kez daha tekerrür etti: İsrail’in soykırım ve vahşetlerine engel olamayan(?) Birleşmiş Milletler, masum halka ölüm yağdıran İsrail’in çok övülen ordusunu perişan eden Hizbullah’ın elini kolunu bağlamaya gitti. Ve bu arada İsrail mütemadiyen vahşet sergilemeyi sürdürüyor.
Kendi bedenlerini silaha döndürmekten başka çaresi kalmayan silahsız Müslümanlar ise ölmeye ve adları da “Terörist”e çıkmaya devam ediyor.
Kurşununu düşmanına yetiştiremeyenler, kendilerini kurşuna çevirmek zorunda kalırlar!.
Çok tehlikeli bir zaman sürecinden geçilmektedir.
1991 Yılına kadar “Irak” adında bir komşu ülke vardı. Küresel sömürünün kıskacında eritilip dağıtıldı.
Bütün kurumları ve yapıları yok edildi. Üç parçaya ayrılan ülkede her gün yüzlerce insan yok ediliyor.
Benzer bir duruma Türkiye’nin de düşürülmeyeceğinin hiçbir güvencesi yok…
Dostun tokadı uyanma şansı tanır, düşmanınki tanımaz!.
Aman haa!...
Yarın şöyle bir şey diyebilirler:
“Ey Orta Doğu’nun uyuyan aslanı!... Artık sen, kulağı kuyruğu kopmuş, dişi tırnağı sökülmüş, kendini kafese kilitlemiş uyuz bir kedi gibi oldun!... Aslanlığından eser kalmadı!... Aslanlar Birliği (AB)’nin kapısında da bir hayli pinekledin!... Bundan sonra, bizim peşimizden koşturup kırıntılarımızla karnını doyurmaya razı bir çakal olmayı kabullenirsen sana katlanabiliriz!... Fakat bunun için de önce, çakal olmanın kıstaslarını yerine getirmen gerek!... Borçlu bir çakal “alnı açık” olarak gezemez!... Senin ise Dünya kadar borcun var!... Buna karşılık olarak satabileceğin bir postun ve bir yuvan(vatanın)dan başka da hiçbir şeyin yok!... Borcuna karşılık vatanından vazgeç ve özgür bir çakal olarak Avrupa çöplüklerinde rızkını aramaya talim et!...”
AB'nin, kimin “Abi”si olduğuna iyi bakılmalıdır.
Gideceğiniz yeri görüyor olsanız bile, ayak basacağınız yeri göremiyorsanız, o yolculuktan hayır gelmez!.
Ne demişti Gazi Mustafa Kemal Atatürk:
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” (29 Ekim 1933)
Ata’nın gözleri açık kaldı.
Güneşin doğması bir yana, kara bulutların tepemizden çekildiği gün yok gibi…
Bu kara bulutları kovacak akıl da, çaba da kendimizden olmalıdır.
Kendi aklına hakim olamayanlar, başkalarının aklına mahkum olurlar!.
Çok çalışmanın çok başarı getirmesi beklenmemelidir. Asıl başarı; hedefe kilitlenmiş, zaman ayarlı çabaların ürünüdür.
Gözleri bağlı olarak su çarkının etrafında gün boyunca dönen bir Dolap Beygiri, ancak birkaç ton suyun yerini değiştirebilir. Oysa, gözlerini hedefe kilitleyerek yarım saat koşan bir Ulak Beygiri, pes etmek üzere olan orduya muştuyu ulaştırarak bir Ulus’un kaderini değiştirebilir.
Unutulmamalıdır ki; Dünya barışı ve insanlığın huzuru, Türk Birliği ve Gücüne bağlıdır!. Türk'ün boyun eğdirildiği bir dünyada insanlık yerlerde sürünüyor demektir!!!...
Gücü oluşturan beş unsur vardır: Beyin – Beden – Hanedan – Ferman – Cüzdan
Kısaca açıklamak gerekirse;
Beyin: Bilgiyi en ileri derecede takip ederek hedefinin ötesini kestirebilmeyi,
Beden: Uygulayım bilimini(teknolojiyi) en ileri derecede kullanarak emeğinin karşılığını azami ölçüde alabilmeyi,
Hanedan: Bir ülküye gönül verip baş koyabilecek olanların sayısını,
Ferman: İnsan topluluklarını sevk ve idare edebilme yetkisini,
Cüzdan: Bireyin huzur, Milletin de hüküm sahibi olabilmesi için gerekli maddî varlığı ifade eder.
Gücü devamlı kılacak olan; dengeli ve kararlı duruşla desteklenen bakışıklı (simetrik) çabalardır.
Madem ki Türk insanı zekidir,
Madem ki Türk insanı çalışkandır,
Madem ki 350 milyonluk bir Türk topluluğu vardır (ki, İslam Aleminin çeyreği demektir),
Madem ki “Öl!” deyince canını vatanından esirgemeyecek serdengeçtiler hazır durmaktadır,
Madem ki Türk Dünyası en değerli toprakların üzerinde mekan tutmaktadır;
Peki ya niçin bu büyük güç ağırlığını koyamamaktadır?
Çünkü, gücü ortaya koyacak olan kimlik, irade, çaba, denge ve kararlı duruştan uzakta kalınmaktadır.
Tek kanadı olan kuşlar ne kadar çırpınsalar da uçamazlar!.
Türk Dünyasının kanatları birbirinden kopuk kaldıkça yükselinemeyecektir.
(BeyGü+BedGü+HanGü+FerGü+CüzGü) x (GÖVDE) x (CüzGü+FerGü+HanGü+BedGü+BeyGü)
Anadolu ve Balkanları bir kanat, Doğu ve Batı Türkistan’ı da diğer kanat olarak nitelendirecek olursak, “gövde”nin çok hassas bir konumda bulunduğu fark edilecektir.
Dolayısıyla, başta Azerbaycan olmak üzere Gürcistan ve Kafkaslar büyük önem arz etmektedir.
Türk Milleti’nin gizli ve açık düşmanları da bu durumun çok iyi farkında olduklarından dolayı “Ermenistan hançeri”nin çakılı olduğu yeri genişletip bu bedeni sakatlamak için, “Büyük Ermenistan”ı oluşturuncaya kadar “Soykırım” kılıcını tepemizde sallayıp duracaklardır…
Ata’nın gözleri açık kaldı, demiştim.
Türk Birliğinin ve Büyük Türk Medeniyeti’nin bir güneş gibi doğmasını hep birlikte bekliyoruz.
Önderlik sıkıntımız mı var?
Hayır hayır!... Bu ülkede önderlik vasfı taşıyan on binlerce koçyiğidin olduğundan adım gibi eminim.
Bu ülkede, hiçbir uzmanlık seviyesi (akademik kariyeri) olmadığı halde Öğretmenlere (Profesörlere) ders verebilen araştırmacılar varsa,
Bu ülkede, eğitimli hekimlerin “umutsuz vaka” olarak adlandırdıkları hastaları tedavi eden köylü hekimler varsa,
Makine mühendislerine motor dersi veren, ilkokulu bile okuyamamış çıraklar varsa,
Cebinde pil parası bile olmayan garibanlar, çöpten topladıkları parçalarla robot yapabiliyorlarsa,
Sevkülceyş (strateji) uzmanlarına ve paşalara taktik dersi verebilecek Kür Şad’lar varsa, vb vb…
İki keçiyi bile güdemeyecek olanların “Milletin Temsilcisi” seçilebildiği bir ülkedeki sorun önderlikte değil, mevcut düzenin ta kendisindedir.
Çok değerli beyinlerin çıktığı bir toplumdan, önderlerin çıkmıyor olması, kabul edilemez!...
Önderlerin tepelerden çıkmalarını beklemeyin. Anaokulundaki yavruları önderliğe yönlendirin:
“Bu vatan bedavaya alınmadı ey oğul!
Aziz Milletinin beklediği önder sen ol!.” deyin.
“Hasta” olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğu, bir “Mustafa Kemal” yetiştirebildiği halde, “Genç” Türkiye Cumhuriyeti neden yetiştirememektedir?
Şu ibret-i alem görüntüye bir bakın lütfen:
Sokakta içki içilme yasağına kafa tutan, kimi bir ayağı çukurda “titrek”, kimi de sanatçı kılıklı “eski tüfek”, ellerindeki rakı ve viski bardaklarını sallaya sallaya bağırıyorlar; “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye… Memleket elden gitse, onlar kafayı bulma derdinde…
“Atatürk” denilince, rakı, sigara ve bira aklına gelen;
Laikliği, Müslüman Türk Halkını sindirme silahı olarak kullanan;
Atatürk, En Büyük Türk Milliyetçisi olarak bilindiği halde, milliyetçileri “Kafatasçı” diye ezen;
“Sanat” denilince çıplaklık; müzik denilince de Batı’nın tıngırtıları aklına gelen;
Türk Kültürüne adamakıllı yabancı ve her fırsatta içinde barınıp semirdiği toplumu aşağılayan bu zihniyetten çok çekti bu Millet, çok…
Ülke daha da yozlaşmadan, bu güruh tedavülden kalkıp gitse iyi olacak:
Cinayetlerde alkol, trafik kazalarında alkol, tecavüzlerde alkol, boşanmalarda alkol, kavgalarda alkol…
Alkol ve uyuşturucu kullanımı neredeyse ana okuluna kadar düşmüş.
17 Aylık bebeye yapılanları “Timsah gözyaşları dökerek” anlatan Türkiye İletişim Cazgırları (medya) hayretle(?) soruyor; “Türkiye nasıl oldu da Çocuklara yönelik tecavüzlerde bir numara oldu?” diye.
Vatandaş şaşkın; “Bu memleket nereye gidiyor?” diye tuhaf tuhaf etrafına bakınıp soruyor.
Yüksek seciyesiyle tarihe damgasını vurmuş olan Aziz Türk Milleti nereye gitti diye aranıyor.
Bu arada, vatan için üçer beşer şehit düşen Mehmetçiklerin çok ucuza gittiği görülerek kahrolunuyor…
Bu vatanın en değerli evlatlarını koruyamayan mevcut düzen, her ne hikmetse, sapıkları halkın hışmından korurken çok özen gösteriyor. Polis veya asker elbisesi giydiriyor; zırhlı araçlara bindiriyor; canı filan acımışsa tedavi ettiriyor vb… Tepkili ve kızgın halka ise pek merhamet göstermiyor: gaz bombaları, göz yaşartıcılar, coplar vb… Bir sapığı korumak için onlarca insanın sakat bırakılması veya ölmesi hiç gam değil. “Bir sapığın linç edilmesi demek; mevcut düzenin çökmesi demek” diye düşünülüyor olsa gerek…
Bu vatanın evlatlarını en çok üzen şey de sanırım; şerefli Mehmetçik veya polisimizin elbisesinin bir sapığı korumak için kullanılıyor olması. Niçin bir köpek kafesinde filan taşınmıyor?...
Halka rağmen olan düzenler (sistemler), kendi evlatlarını yiyerek beslenirler!.
Suçlu adaylarının caydırılması üç yolla olur:
Birincisi; Dinsel korku. Yeterli dini eğitim verilmediği, Tanrı’nın da elinde çomakla bir sapığı melete melete dövdüğüne hiç şahit olmadığı için bu korku, suçluları hiç de ırgalar görünmüyor…
İkincisi; Kanunsal korku. Derme çatma, adamına göre sakız gibi esneyen kanunların caydırıcılığı hakgetire…Avrupa ülkelerinin hapishanelerine düşenler, analarından doğduğuna pişman olurken, bizde durum tam tersi: “Ey Avrupa! Gel de bizim hapishaneleri bir gör; beş yıldızlı otel gibi valla!” denilerek suçlular özendiriliyor, cesaretlendiriliyor… Eee, Avrupa’ya yaranacağız ya!...
Üçüncüsü; Köteksel korku. Suçlu adayı, karşısındakinden korkacak… Sakarya’nın Hendek İlçesi’nde bir Yılmaz emmim vardı. Karayemiş ağacından bir çomak yapıp elime verdiğinde şöyle dediydi: “Bu sopayla kırk kişiyi falakaya çeksen –banamısın- demez. Çatlamaz bile… Bi kenara koy, lazım olur.”… Durum onu gösteriyor ki, yaşlanmayı veya (Allah korusun) sakatlanmayı beklemeden bastonla gezmek zorunda kalacağız. Tavsiyem olsun; tez elden bir Karayemiş bastonu edinip bir kenara koymaya bakın; lazım olabilir…
Yarım asırdır ülke siyasetini işgal ettikleri halde hiçbir konuda çözüm üretemedikleri gibi, servetlerine servet katmanın peşinde olanlar, artık doymuş olmalılar ki itiraf ediyorlar; “Bu ülkenin sorunu, sadece siyasilerin çözebileceği sorun olmaktan çıkmıştır.” diye.
Beyefendileri hiç endişe etmesinler. Onlar elli yıldır bu ülke için hiçbir çözüm önerisi sunamamışlarsa, Banaz’ın Comburt Köyü’nden Nacaklı Cabbar emmiyi çağıralım. Bir çözümü mutlaka vardır…
Kimileri de “Olumsuz” olarak nitelendirdikleri her durum için Anıtkabire şikayete gidiyorlar.
Oysa “Gençliğe Hitabe”nin satırları arasında “Cumhuriyet tehlikeye girerse beni derhal haberdar edin. Derhal yerimden kalkar icabına bakarım.” diye bir uyarı mevcut değildir.
Unutulmamalıdır ki; Karıncaların dahi bir kez geldikleri Dünya’ya, kahramanlar da bir kez gelir!.
…………………………………………………………………
Mücevherse ürettiğim, elden ele taşınıp gerdanlara asılacaktır.
Gübre ise ürettiğim, el değmeden taşınıp mezbeleye basılacaktır.
Evet!... Kahramanlar yolda, geliyorlar.
Aslında onlar hayatın içinde, her alandalar.
Yaklaşık olarak otuz yılda, beş bini aşkın Torlakon Er’i (Torlakoner) kazandı bu topraklar.
Hiç kimse onların farkında olmasa da onlar her şeyin farkındalar.
Ağaçların dalları arasında sessizce durup, keskin gözleriyle etrafı süzen Çakırkuşları gibi izlemekteler.
Çok zeki, çok cesur, çok hızlı, çok çevik ve çalışkanlıklarıyla belirgindirler.
Kibir onlardan çok uzaktır ve hiçbir zaman da kendi çıkarlarının peşinde gitmezler.
Uyku onlara yabancıdır. Gecenin karanlıkları, yorgunluklar ve telkinler onları uyutmaya yetmez.
Çünkü onlar, Türk Milleti ve insanlığın huzuru için çözüm üretme çırpınışındadırlar.
Atalarına layık olabilmenin, bu cennet vatanda yaşamayı hak edebilmenin derdindedirler.
Sayılarının en kısa zamanda milyonları bulmasını umut ediyorum.
Bir Milletin bahtını, adam yetiştirmeye adanmış ömürler belirler!.
Batı Toroslar’dan Altay Dağları’na doğru bir nefes, bir selam veriyorum.
Türk Milletinin baht yıldızı artık doğsun istiyorum…
Hepinize çok çok teşekkür ediyor; Selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
ESEN KALIN…
TÜRK FİLOZOF TORLAKON
(TORLAKON; "Türk Savunma Sanatı{ ÇAKIRPENÇE } ve Hayat Felsefesi, Tabuların Yakıldığı Akıl Ocağı, İnsanlığa ve Gerçeğe Açılan Pencere, Batı Toroslar'dan Yükselen Işık, Gürleyen Ses ve Anadolu Türk Ruhu'nun Yeniden Şahlanışı"dır.)
ERGENEKON VADİSİ’nden sel gibi çıktık!
MALAZGİRT OVASI’ndan kasırga gibi girdik!
TORLAKON YAYLASI’ndan yıldırım gibi gürleriz!!!...
"BEN VE MİLLETİM TANRI'NIN KIRBACIYIZ. TANRI KENDİ YOLUNDAN ÇIKANLARI CEZALANDIRMAK İÇİN BİZİ GÖNDERİR."
( Türk İmparator ATİLLA )
"BU MEMLEKET TARİHTE TÜRK'TÜ, HÂLDE TÜRK'TÜR VE EBEDİYEN TÜRK OLARAK YAŞAYACAKTIR."
"HAYATTA YEGÂNE VARLIĞIM VE SERVETİM, TÜRK OLARAK DOĞMAMDIR."
"NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!"
( MUSTAFA KEMAL ATATÜRK )
*** Türkistan'da TONYUKUK, Türkiye'de TORLAKON ***