ANADOLU TAVUĞU'NUN DERDİ
"Gerçek özgürlük; istediğini yapabilme değil, iyilik yapabilme gücüdür." (Torlakon öğretisi)
Kaldığımız toprak evin bitişiğinde oturan öğretmen ailenin tayini çıkması üzerine, on liraya bize devrettikleri dokuz tavukla birlikte yirmibir tavuğumuz olmuştu. O tarihlerde beş kişilik bir aileydik ve köyün orta yerinde bakkalı olan "Goz amca"dan bir liraya aldığımız bir kesekağıdı "Algül" bisküvileri, kahvaltı yapmamıza yetiyordu. Çay ile yeni yeni tanışıyorduk ve lüks olduğu için de sadece haftanın bir günü çay-zeytin, altı günü de tarhana çorbası olurdu.
Komşu tavukların da bize dahil olmasına çok sevinmiştik. Zaten, yeyip içtikleri de ayrı gitmiyordu. Yumurta, köylünün lüks yemeği sayılırdı. Bir kimse, tek başına iki yumurta kırar yerse, ayıplanır; israf ettiği düşünülürdü. Tavuklarımızın içinde "Deve" adını verdiğimiz sıradışı çilli bir tavuk vardı. İriyarı, sessiz, üç günde bir yumurtlayan, yumurtaları çok iri ve hep çift sarılı olan.
Bizim "Deve"nin bir inadı vardı. Bilindiği üzere, tavuklar tuvalet yeri seçmezler. Nerede geldiyse, oraya... Fakat bu deve, her defasında gelir, çulun üstüne yapardı yapacağını. Hani, eşekler dereye adım attıklarında çişleri gelir ya; bu da mı öyle bir his diye düşünüyor insan. Ne zaman ki Deve dış kapıdan içeri girdi, hemen ikazı çekerdi babam: "Koşun çabuk! Kovalayın şu tavuğu çula tıçmadan!". Gelgelelim, çoğu zaman geç kalınmış olurdu. Hay mubarek!... Yumurtası çift porsiyon olduğu gibi, kakası da öyleydi. Sanki, çulun üstüne yapabilmek için inatla biriktirirdi. Onu temizlemek te biz çocuklara düşerdi. Kimi zaman da, komşumuz "Deli ....." rast gelir; "Sen, çapıt bağla bu tavıkların gıçına hocam, çapıt!" der, takılırdı. O vakitler; "horkit, morkit" gibi alt bağlama ürünleri henüz icat olmamıştı. Belki vardı da, bizim habarımız yoktu. Hem olsa da, ona verilecek para kimde vardı. Varsa da, yoksa da çaput...
Yine böyle bir gün, bizim devenin icraatına mani olamayıp da onu öfkeyle kovalarken, evin köşesinde sıkıştırdım. O da ne? Deve, sanki donmuş gibi hareketsiz bir şekilde ayakta kalakaldı. Delici bakışlarıysa benim üzerime kitlenmiş durumdaydı. Bana;"Sen ne karışıyorsun benim işime!" diye sorgular gibi. İyi de, onun kakasını temizleme işi bana kalırdı çoğu zaman. Bugün bile, aklıma geldikçe, parmaklarım tavuk kakası kokar. Bizim Deve, bakışlarında kararlıydı ve şöyle der gibiydi:
"Çul, Ademoğlu'nun dünyalığını temsil eder. Ademoğlu, dünyalığa çok meyleder. Dünya'ya bu kadar kapılmaya değmez. Daha geçen gün; komşunuz bacağını kırmış diyerek kesip yediğiniz "Küpeli" benim torunumdu. Sonunda, dünya da sizi yeyip çürütecek. Adı üstünde; "YER". Ona kapılıp aldanmayasınız diye inatla gelip çulun üstüne...".
Deve'nin bakışlarından çok ürpermiştim. Daha çok şeyler anlatıyor gibiydi. Ona kızmaktan vazgeçtim ve bir adım geri çekildim. Bulunduğu yerden sessizce dışarı yöneldi. O günden sonra bir daha evin içine adım atmadı. Çünkü, söyleyeceklerini söylemişti...
Erkek evlat delisi olup ta, henüz üç günlük bebeği öldüğünde, mavzerini kaparak, sabah namazına giden komşusuna; "Azrail ne yana gitti? Vuracağım onu!" diyen şahsın, çöplüğe (köy yerinde "küllük") attığı tütün zehrinden telef olmuştu tavuklarımız. Kasıt değil de, dikkatsizlikten olduğunu düşünmüştük. Annemin okuma yazması yoktu fakat operatörlüğü iyiydi. Halen memleketimizde "yerel dokdur" olarak yardım eder, darda kalanlara. Seri bir şekilde, jiletle kursaklarını keserek temizleyip diktiği dokuz tavuğu hayata döndürmeyi başarmıştı. Telef olan onbir tavuğumuzun içinde "Deve" de vardı. En çok da ona üzülmüştüm. Çünkü, bana felsefe dersini o vermişti. Bu vatanın tavukları bile filozofça davranışlar gösterirdi... Bir kardeşim, toprağında yatıyor. Selam sana Delihıdırlı köyü!...
12 Ekim 2005
TORLAKON