*** ÇÖPÇÜ AMCA ***
Öfkeyle
yargılıyordu sanki kendi halk mahkemesinde kendini…
Issızlığı
bozan tek şey sürekli açık duran radyo olsa da,
Evin
duvarları kulak veriyor gibiydi onun ağzından dökülen mırıltılara.
Müflis
bakkalın karıştırdığı gibi karıştırıyordu hayat defterini,
İki
ileri bir geri deşeleyip duruyordu çöplükteki horozun eşindiği gibi.
Eşin
babam eşin! Hiç çeç çıkmıyordu ne kadar eşinse de hayat harmanından…
Çıldıracak
gibiydi; hiç mi doğru bir kararı, iyi yanı olmazdı bir insanın!
Bu
kadar hata ya silah zoruyla yapılabilirdi, ya da görev olarak…
Oysa
hiç çalışmayan bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyordu.
Demir tava gelmiş kömür tükenmiş, akıl başa gelmiş ömür tükenmişti.
Sıradan
insanların pek de umurlarında olmayan şeyleri bile abartır olmuştu.
Gözünde
büyüttükçe büyütüyordu kırdığı en ufak potları, devirdiği çamları…
Yaşadığı
tüm olumsuzlukların bir rüyadan ibaret olmasını çok istemişti.
Ah!
Ah!. Bir yolu olur muydu acaba hayat bandını geriye sarıp başa almanın?
Ona
bir ayrıcalık tanır mıydı acaba; peygamberlere bile tanımayan hayat?
Hiç
hata yapmayan Yahya peygamberin bedeni parçalanıp dağıtılmış,
Babası
Zekeriyya peygamber testereyle ortadan ikiye doğranmış,
İsa
peygamber dört(car) yerinden mıhlanmış(carmıh)(?),
“Sen kimsin ulan aptal herif!” diye çıkıştı kendi kendine.
Koskoca
bir pişmanlık çuvalı gibi görüyordu yaşadığı hayatı.
Ve
hatalarına bir ortak bulmaya çalıştı teselli için ilaç niyetine…
Şeytan,
sıradan ve hafif kalırdı; daha kallavi bir organizatör gerekliydi.
Devran
çarkının makinistini hedef aldı ve haykırdı; Ah ulan kalleş Felek ah!...
Bu
arada Şah İsmail’in beş yüz yıl önce söylediği bir Türkü vardı radyoda;
“Bu dünyada muradıma, erdim diyen yalan söyler.
Baştan başa sefasını, sürdüm diyen yalan söyler..
Sular akar argın argın, Felek kurmuş böyle çarkın.
Bu dünyada evim barkım, vardır diyen yalan söyler.”…
Divane
gibi döneliyor, kafasını duvarlara çarpıyordu; “Güm! Güm! Güm!...”
Beyin
kanamasından veya kalp krizinden ölse kalsa kimin haberi olurdu,
Veya
kaç gün sonra bulunurdu kimsesizin cesedi, o da ayrı bir konuydu…
Neden
sonra kapısı çalındı. Acaba gürültüden şikâyete mi gelmişti komşular?
Zaten
burnundan soluyordu; birer kafa da kapıya gelenlere atacaktı…
Bir
de ne görsün kapıyı açınca; elindeki tabakla gülümseyen biri:
“Sizinle hiç tanışamadık saygıdeğer komşum. Bugün sizi pencereden
izledik.
Gözlerimiz yaşardı; kaldırımdaki hayvan pisliğini kaldırmanızı çok
takdir ettik.
Kim bilir kimlerin ayakkabılarıyla taşınacaktı kaç eve kimse farkında
olmadan.
Mübarek gün için hazırladığımız aşureden size de ikram etmeden
edemezdik.”
Birden
alt üst olmuştu hayatı; Şeytan mı çarpmıştı, yoksa Felek mi, belirsizdi.
“Bir
boka yaramışım yahu!” diye karmaşık duygularla kaşıklıyordu aşureden..
Rüyasında
ölen anne-babasını uyanınca gören çocuğun sevinçten ağladığı gibi,
Gözyaşlarıyla
tuzladığı aşure gibi bir tatlıyı hiç tatmamıştı geçen ömründe…
Radyodan
gelen bir türkü de körükledikçe körüklüyordu ağlamasını:
“Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın;
Ben de gülemedim yalan dünyada.
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın;
Ömrümü boş yere çalan dünyada.”…
Ağlaya
ağlaya kırklanmıştı; kırk yıldır yıykanmayan birinin hamamdan çıktığı gibi.
Öylesine
hafiflemiş ve kâlbi genişlemişti ki; sanki dünyaya yeniden gelmiş gibiydi.
İlk
defa huzur içinde koyuyordu başını yastığa; yarın yeni bir hayata başlayacaktı.
Sokaklardaki
çöp ve pislikleri toplayacak, çöpe atılan yemeklerle hayvanları besleyecekti.
Çocukların
dilinde ‘Çöpçü Amca’, büyüklerin gözündeyse ‘Kafayı Sıyırmış Vatandaş’
olacaktı.
O
ise sevincini yaşayacaktı; yeni bir hayata başlamanın ve bunalımdan
sıyrılmanın...
Galiba
bundan başka yolu da yoktu "Hayat Bandı"nı başa sarmanın...
* * *
“Acıları hissettiriyorlar diye sinirlerime
sinirleniyordum; onların beni hayâta bağlamaya çalıştıklarını anlayınca da
özür dileyip teşekkür ettim.”(Filozof Torlakon)