***Olmayan Haber***
Olmayan haber, iyi haberdir der bir söz.
Bizler;
Kendi halimizde gündelik uğraşılarımızla yoğruluyorken,
Yerli yersiz tartışma veya anlaşmazlıklara zihnimizi yoruyorken,
Geleceğe ilişkin hayâl, kaygı ve umutlar arasında mekik dokuyup duruyorken,
Ömür defterimizin sayfaları sanki birbirinin fotokopisi gibi hızla çevrilip dürülüyorken,
Hayat aracımızı elden geldiğince dikkâtli sürmeye ve kaza bela görmeden yol almaya çalışıyorken,
Bir sesin ardından motordan kara bir duman yükselip de morâller birden çöküyorken,
O anda bir ‘kazık’ frenle kilometreyi sıfırlayıp aracı kenara çekiliyorken…
Evet;
O âna kadar farklı duyguların bürüdüğü çehreler birden mahzunlaşmıştır.
Haber kulağa çalınır çalınmaz yükselmiştir o kara duman,
Acıyı paylaşmaya yatkın yüreklerden…
Köze en yakın yürekler,
Pek yaman tüter…
***
Hayat aracımızın kâlbini tutuşturup kilometresini sıfırlatan olaylar,
Kendimizi, yakınlarımızı veya tüm halkımızı ilgilendiriyordur.
İlgili sayısı arttıkça yoğunlaşır yüreklerden yükselen.
Kara bir haber, tarihte kara bir güne dönüşür,
Bir ocaktan yükselen, tüm ülkeyi bürür…
Yüreklerin ortak temennisi dillenir;
“Keşke bütün bunlar bir rüyadan ibaret olsa!”
“Hayır hayır! Sadece birkaç saniye sürermiş en uzun rüyalar,
Oysa şimdi bizler haftalarca, aylarca sürecek rüyalara, kâbuslara da razıyız!”
Gerçeğin kabûlü ile sanrılar arasında uzunca zaman mekik dokur durur yanan yürekler…
***
Geriye sarmak hiçbir zaman mümkün olmaz ‘hayat bandı’nı,
Kötü, üzücü ve bunaltıcı sahneler kesilip atılamaz, montajlanamaz…
Zihinlere hücum eden 5N 1K sorularına yanıt aranır durur…
Birbirini izler durur, benzer durumlarda tekrarlanan temenniler;
“Bu son olsa”, “Böyle acılar bir daha hiç yaşanmasa”,…
Aynı şartlar altında aynı sebepler aynı sonuçları doğurmaya devam eder…
İyi haberler almamaya zaten râzıdır kaygılı gönüller,
Çünkü onlara göre;
İyi haberdir, olmayan haber…
***
Dualar, temenniler, teselliler, yüreklere su serpmeler…
Yarayı başkaları da sarsa, onaracak olan bedendir kendi kendini…
O hâlini ve gerçeği kabûllenmek istemeyen bedenlerin, gelmez iki yaraları bir araya…
Bir türlü dikiş tutmaz, dokundukça kanar, kan kaybından uyanana kadar.
Kerem gibi yanan âşıklar, gerçek sevdalılar da öyledir;
Rüyada gibi yaşarlar hep daha sonraki hayatlarını,
Önden giden sevdiklerine kavuşunca uyanırlar…
***
Kimi zaman da gerçek bir “Kömür Ocağı”dır yanan.
Depremlerden sonra ikinci derecede en çok ocaklar yıkan…
Hayat aracımızın hızını birden sıfırlatıp durduran, düşündüren.
Toplumdaki ve yönetimdeki yozlaşmışlıktan bunalanları hislendiren…
Rahmetli Akif de sızlanıyordu yozluktan, yüz yıl kadar önce;
“Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile!
Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakîkî Müslüman gördümse hep makberdedir!
Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!”
Evet… Gerçekten makberde veya toprağın altında…
Onu doğrulayan cevaplar toprağın yüzlerce metre derinlerinden gelir:
Kendi canından çok; arkadaşını, komşusunu, kul hakkını, millet malını düşünenlerden…
“Abi! Mahmut çıkmadı, Mahmut çıkamadı! Beni bırakın, bekârım, onu alın abi! Onun hanımı hamile!”
“Çizmelerimi çıkarayım, millet malı kirlenmesin.” diye kul hakkını düşünmektedir, en zor zamanda bile.
“Oğlum hakkını helal et” diye son nefesinde vasiyetini yazıp avucunda tutuyordur bir garip baba…
Herkesin hayatta bildiği bir delikanlı, can kurtarmak için girdiği ocağın en derinlerinde can vermiştir.
Anacığının rüyasına girer bir oğul; “Öldü diye ağlama ana! Arkadaşıma yardıma koşmadan duramazdım.”
…
Saymakla bitmez; İslâmın ilk zamanlarını çağrıştıran fedakârlıklar, sorumluluk örnekleri,
Müslümanlık-insanlık henüz ölmemiş dedirten ibretlik ölümler…
***
Hayat aracının kilometresini sıfırlayıp tüm bu olanları izleyen ilgili kullar,
Kendilerine bir ‘format’ attıktan sonra yavaş yavaş yola koyulur.
Aydınlıkta olanların şavk tutamadığı kararmış yüreklere,
Karanlık yerin yüzlerce metre altındaki madencinin ışığı vurur.
Yüzleri kömür karası, yürekleri pırlanta gibi olan o güzel insanlar,
Alınlarındaki ışıkla, ocaklarını-yuvalarını aydınlatırken,
Alın yazılarıyla aydınlatırlar, aydınların aydınlatamadıklarını da…