SEYİR DEFTERİ
Gelin, sizinle birkaç limana uğrayalım, buralarda gördüklerimizi yazalım seyir defterimize. Yazalım ki, buralara ömür boyu hiç uğramayacaklar da tanıma imkânı bulsunlar; düşünce dünyasının, gönül ikliminin bazı müstesna köşelerini.
İlk durağımız, Ötüken- Söğüt Yayınları arasında çıkan Büyük Türk Klasikleri. Tarihimizin ve edebiyatımızın bin üç yüz senelik macerasının, örnek metinler ve şahıslarla çok canlı bir şekilde anlatıldığı on dört ciltlik bu büyük eserden tuttuğumuz üç –beş notu aktarmak istiyoruz öncelikle. Aktaracaklarımız, Nevzat Kösoğlu’nun kaleme aldığı tarih analizleri bölümlerinden seçmeler olacaktır. İşte, modern zamanlara kadar uzanan son cihan devletinin, Osmanlı’nın, tarihe veda dönemlerinin yorumlandığı sayfalardan bazı sarsıcı ifadeler:
“Kültürel soğuma, cemiyetin iç dinamizmini yitirmesidir. Bu da, iman-amel ilişkilerindeki bozulmanın sonucudur. Motive edilen ruh gücü, sürekli amele (eyleme) dönüşmek zorundadır; iman, kendi ölçülerine uygun amellere dönüşmezse sıcaklığını, motive etme gücünü kaybetmektedir. Bu gelişme, toplumun gerilimini düşürür, yani soğuma sürecine girilmiş olur.”
“Kültürel soğuma ilerledikçe, idrakler kararacak, kavrayış ve değerlendirme gücü azalacak; bakış açılarında daralma, hükümlerde katılaşma ve müsamahasızlık görülecektir.”
“Kültürdeki bu katılaşmayı önlemek için ‘her dem yeniden doğmak’ gereklidir. Her dem uyanık olmak, kendini ve dünyayı her dem yeniden imanının ışığında ve ölçüleri ile kavramak, yeniden kavramak ve yeniden düzene sokmak…”
“İmanın iç talepleri, o cemiyetin ruhi yapısını oluşturur yahut kendisidir. Ve kavimlerin (toplumların) kendilerindeki değişmelere göre de Allah onların halini değiştirmektedir. Yani cemiyet halindeki ‘kendi’mizin ruhi akışı eyleme dönüşerek tarihi yapmaktadır.”
“İ’lâ-yı Kelimetullah ülküsü ve nizâm- ı âlem iddiası ile motive edilmiş ruh gücündeki yorgunluk yahut eğitim zayıflaması gittikçe açığa çıkmaktadır. Eyleme dönük o coşkun enerjinin melâmet tavrına yöneldiği ve musikiye dalıp içe kapanmaya başladığı görülür. Osmanlı yöneticileri artık, Büyük Osmanlı idealini taşıyacak gücü kendilerinde bulamamaktadırlar.”
“Hayatın genel kanunlarından biri de değişme ve yenilenmedir. Kültürler de kendi imanları çevresinde sürekli yenilenmek zorundadırlar. Her kültür, kendi ölçülerinde gerçekleştirdiği amelleriyle, hayatı her an yeniden kurmalıdır. Hayat her an yeniden kavranıp yorumlanmadıkça ve ameller bu yorumlarla üslup kazanmadıkça, kültür canlılığını yitirir; durgunlaşma ve katılaşmaya gidiş başlar.”
İkinci durağa vardığımızda karşımıza çıkan Samiha Ayverdi, tam bir milli romantizm havasında yazdığı Türk Tarihinde Osmanlı Asırları adlı üç ciltlik eserinde, yukardaki ifadelerin ardından, bakınız nasıl bir tanımlama yapıyor:
“Osmanlı medeniyetinin terkibi incelik, şefkat, adalet, merhamet gibi üstün unsurlardan yoğrulmuştu. Onun için de seviyeli idi. Ve onun için de dostun düşmanın akîde ve imanına saygılı, vicdan ve itikadına hürmetkârdı. Değil o devrin, bugünün dahi akıl erdiremeyeceği ölçüde yumuşak ve müsaadekâr olan bu medeniyet, yalnız bir dış tabiat medeniyeti değil, aynı zamanda bir iç tabiat medeniyeti idi. Üstünlüğü de işte bu çifte kuvveti, bünyesinde aksiyon haline getirip cemiyete mal etmesinde idi.”
Bu sefer yanaştığımız limanda, son dönemin tanınmış fikir adamlarından Nurettin Topçu karşılıyor bizi. Dünümüz ve bugünümüzle ilgili olarak da Yarınki Türkiye adlı eserinden şunları hediye ediyor idraklerimize:
“ Azametli bir tarihin bin yıl besleyip vücut kazandırdığı ana dâvâ gözlerden silinmiştir. Bu dâvâ, birlik içinde ruhu yüksetme dâvâsı idi; bu vatan içinde, bütün mânâsıyle birliğe kavuşan ruhların Allah’a yüceltilmesi dâvâsı idi. İlk İslâm ulularından sonra Osmanoğulları’nın başardığı bu mukaddes dâvâ bugün yerlerde sürünüyor.”
“Milletimiz yükselmede iken devlet, din yolu idi. Yıkılışla beraber din, devlet yolu oldu ve işte bu gaye ile vasıta arasındaki yer değiştirmeleri, izmihlâlimizin (yıkılışımızın) sebebi olmuştur.”
“Batı’nın ilerleyişi, kendi kökleri üzerinde kendi meyvasını hakkıyla verebilmesi, başka deyimle, kendi bedeninde kendi ruhunu samimî ve tam mânâsıyle yaşamış olmasındadır.”
“Bize bir lütuf gibi saadet bağışlayan değil, bizde mesuliyet şuuru yaratan insan lâzımdır. …Bize Firdevs-i âlâdan ve bunca sevdadan vaz geçmiş Hak âşıkları lâzımdır.”
“Bize binbir saadetten yüz çeviren, İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi, “ Güneşi sağıma, ayı soluma koysanız, yine bu işten vazgeçmem!” diyen mesuliyet mümessilleri lâzımdır.
… Bize, ümmetinin günahını kendinde bulmak, kendinde yenmek, kendisiyle fenaya erdirmek isteyen ruh dünyasının kahramanları lâzımdır.”
“Ruh dünyasının kahramanları, bizim hayat kanunlarımızla yaşamıyorlar. Yaşatmak için bazen yaşamamak lâzımdır.”
Bu gezimizin son durağında, on yedinci yüzyıla demir atıyoruz. Fransa’dayız. Bizi karşılayansa ünlü fikir ve ilim adamı Pascal. İnsan tarafımıza, ruhumuzun en hassas tellerine dokunan çarpıcı sözler söylüyor Düşünceler adlı eserinde:
“Kâinatın, beni her taraftan ihata eden korkunç ve uçsuz bucaksız mekânlarını görüyorum. Bu engin uzayın bir köşesini de ben işgal etmekteyim. Fakat niçin başka yere değil de bu noktaya gönderildiğimi, yaşamak için bana bahşedilen zamanın, benden evvel tam bir ezeliyet ve beni takip edecek bir ebediyet varken, niçin tam da bu âna isabet ettirildiğini anlayamıyorum. Ben, bir adımdan ibaretim. Bir daha geri gelmeyecek, bir an için var olan, göz açıp kapayıncaya kadar şu dünyadan göçüp giden geçici bir gölgeyim. Nereye baksam, beni saran sonsuzluklardan başka bir şey görmüyorum. Bildiğim yegâne şey, yakında öleceğimdir; fakat benim için kaçınılmaz bir şey olan bu ölümün ne zaman ve nasıl olacağını da bilmiyorum.”
“…Ölüm ve sonrası… Başka hiçbir şeyin önemi yoktur insan için. Ama insanın böylesine ihmal ettiği başka şey de yok.
Muhayyilemiz, içinde bulunduğumuz ânı olabildiğine büyültür; zira o ânın içinde yaşıyor, sürekli onu düşünüyoruz. Sonsuzluğu ise olabildiğine alçaltır; zira onu asla düşünmez, bu yüzden de sonsuzluğu hiçliğe, hiçliği de sonsuzluğa dönüştürürüz. Ve bütün bunlar, içimizde öylesine kuvvetli bir biçimde kök salmıştır ki, aklımızın sınırlarını zorlamak bile bizi bundan kurtaramaz.”
“Dünyanın gelip geçiciliğini ve boşluğunu görmeyen kişinin, kendisi tam anlamıyla boştur. …Böyle insanlar bulursanız. Kendilerini oyaladıkları eğlenceleri ellerinden alın; boşluk içinde kalıp can sıkıntısından patladıklarını görürsünüz. Bu insanlar, işte o zaman, kendi hiçliklerini istemeye istemeye hissederler. Çünkü elde hiçbir eğlence aracı kalmayınca kendini dinlemeye, kendi iç dünyasını gözlemlemeye yönelir. Bunu yapınca da hemencecik, kendini dayanılması zor bir depresyon içinde bulur. Bu halden daha acıklı bir hal olamaz.”
Ah, Pascal… Kapısının tokmağına kadar geldiğin halde, İslâm’la müşerref olamamana üzülmemek elde mi?
***
Kardeşimizin bu ve diğer yazılarını okuyup duygu dünyasına seyrana çıkmak için: