***Mustafacılık***
Seçilmiş veya seçkin demek olan ‘Mustafa’ ismindeki tanıdıklarım arasında hiç rastlamadım yamuk olana ve yarı yolda bırakana… Bu ismin, sahibini belli bir kalıpta tutan ağırlığı ve gizemi vardı sanki. Fakat asıl konumuz işin bu tarafında değil…
Pollyanna denildiğinde batılı bir nine tiplemesi gelirdi gözlerimin önüne. “Mutluluk oyunu” demek olan “Pollyannacılık”ı ise “Mustafacılık”tan sonra öğrendim. Kısaca şöyle özetlenebilirdi Pollyannacılık:
Annacına bir koltuk değneği koyuyorsun ve ona muhtaç olmadığın için,
Çevrene şöyle bir göz atıyorsun ve baktığını görebildiğin için,
Derin bir nefes çekiyorsun ve havasız kalmadığın için,
Mevcut hâline şükrediyor ve mutlu oluyorsun.
Kısacası; her türlü olumsuzluk içinde bir olumlu taraf buluyorsun…
Konumuzun asıl kahramanı olan Mustafa ise, Tunceli Pertek yöresinden ve Şavak Türkmenlerinden… Evrenkent dönemi arkadaşım, can dostum, duygu ortağım, gönül yoldaşım… Aynı ezgi ve Türkülerle gönül telleri titreyen iki can; biri Munzur Dağlarından, diğeri Batı Toroslardan…
Anacığının demesiyle “Müzik Mühendisliği”nde okuyordu Mustafa. İlk defa duyduğu bir sözcüğün, zihnindeki en yakın benzeşiği ‘müzik’ olmuş kadıncağızın… Ayrıca bir başka özelliği daha var ki bu müzik sözcüğünün, zihinde çöreklenmemiş olması mümkün değil. Çünkü; hep takdirlik bir öğrenci olan Mustafa’nın müzik yeteneği sıfır mı sıfır! Fakat sıfır verilmesi sadece ‘kopya’ cezası karşılığı olduğu için ‘1’ veriyor öğretmenler. Bu yüzden de okul müdürü her seferinde çıkışıyor konuyu bilmeyen müzik öğretmenlerine;
“Be öğretmenim! Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?! Mustafa bizim takdirlik ve de efendilik âbidesi öğrencilerimizin başını çekiyor! Müziği de varsın zayıf oluversin; gidip de müzik mühendisi filan olacak değil ya!…”
2011 Ağustosunda kaybettiğimiz Halk Müziği Sanatçımız Muazzez Türüng’ün o efsanevi “mektebin bacaları” Türküsünü bile ‘düz yazı’ okur gibi söylerdi bizim Mustafa… Her neyse… Garip anacığı sevinçli ve bahtiyardı işte! Sekiz çocuktan biri keçi gütmeyi bırakacak, okuyup da ‘koskoca mühendis’ olacaktı! Pek fark etmezdi; ha müzik, ha fizik!…
Okula yakın bir apartmanın kömürlüğünde kalıyordu Mustafa, ben ise uzaktaki Çingene mahallesine komşu bir toprak barakada… Durumumuz ancak bu kadarına elveriyordu…
Her birimiz kendi hâlinde okul yolunu arşınlayıp dururken, okul dönüşü, kâbus dolu günlerin başlangıcı olan o berbat manzara çıktı karşıma; kaldığım baraka lâğım suları içinde kalmıştı. Olayın nedeni ise bir başka skandalı ortaya çıkarıyordu. Çünkü buradaki barakalar şehir kanalizasyonuna bağlanmamış ve bir foseptik kuyusuna akıtılmıştı. Hemen arkadaki ekmek fabrikası ise suyunu kendi kuyusundan alıyordu ve iki kuyu arasında da on metre ya var ya yoktu… Çingenelerle komşuluğumun en kıyak tarafı olan o fırından sıcak sıcak ekmek alıp menemene bandığım günler geride kalacaktı gayrı. İçim bir tuhaf olduğu için 1500 metre ötedeki fırının soğumuş ekmeklerine talim edecektim artık. Ya o berbat kokuya katlanış…! Evin önünü ve içini o kadar uğraşıp temizlediğim halde koku tahammül edilir gibi değildi. Koku hassasiyeti; hayatı idame(survival) ve gerillacılığın önemli artılarından olduğu için küçük yaşlardan beri geliştirmiştim… Asıl felaket ise o günün gecesinde yaşadığım kâbus ve karabasanlar oldu. İnsanüstü birilerinin tehditlerine maruz kaldım. “Bizim üstümüzde niçin yatıyorsun” veya “Bizi niçin pislik içinde bıraktın?!” der gibi, anlaşılmaz ve ürpertici seslerin, görüntülerin muhatabı oldum. Fatura bana kesilmiş gibiydi; sanki foseptiği ben patlatmıştım…
Aman Allah’ım, o ne korkuydu öyle! O zamana kadarki hayatımın en korkunç korkusuydu. Dünyanın en korkunç yeri de, kaldığım o barakaydı… Savunmanın hemen her türlüsünü özümlemiş olan çekirdekten yetişme bir gerilla dünyanın en korkak kişisi olmuştu. Güpegündüz eve giremez ve hattâ karşıdan bile bakamaz olmuştum… Ortalık ağarınca ilk işim, ev sahibi olan dul kadını sorgulamaktı. Özellikle; evin altında herhangi bir mezar bulunup bulunmadığını ısrarla sormuştum. Öyle bir şeyin söz konusu olmadığını, burada bu zamana kadar onlarca öğrencinin kaldığını ve böyle bir olayı da ilk defa benden duyduğunu söylüyordu. Öte yandan da ‘benim tekin olmadığımı’ vurgulayıp, okumam gereken duaları tavsiye ediyordu… Durum anlaşılmıştı; tam da imtihan dönemi olan o günlerde bir süreliğine firarda olma yolu görünmüştü… Bu dönemde evlerine konuk olduğum ve olayı da anlattığım arkadaşlarım öylesine etkilenmişlerdi ki, ışıkları söndürüp de uyumaya cesaret edemez olmuşlardı…
Ve gele gele geldim bizim garip Mustafa’nın kaldığı kömürlüğe ve “Mustafacılık” kursu görmeye… Burası oturma amaçlı olmadığı için tavanı basık, mutfağı-banyosu yok, sadece bir su musluğu var…
Kafayı tavana çarpmamak için boynu eğik dolaşıyor Mustafa. Bu durum onun olgunluğunu daha bir artırıp tebessüm ettiriyor; tıpkı dolu başakların toprağa eğik durmaları gibi… Ben de onun gibi eğiliyorum ve bizim diyarların toprağını getiriyorum gözlerimin önüne… Çorak tarlalarda ayağıma batan çakır dikenlerini hayâl âlemimde gülümseyerek çıkarıyorum… Kızgın yaz sıcağında çamurlu göllere davarlarla birlikte dalıp susuzluğumu gideriyor, hiç hasta filan olmadığıma seviniyorum…
Banyosunu leğen içinde yapıyor Mustafa. Gurbet elde, çocukluğuna dair özlemleri yeniden yaşıyormuş gibi oluyor; gülümseyip mutlu oluyor… Bir keresinde ben de çöreklendim onun leğene. Anacığımın güçlü elleriyle yeşil sabunu kısa saçlarımızda aceleyle köpürtmek için hoturdatması, biraz canımız yanarken gözlerimizin de yanması geldi gözlerimin önüne… Bir yandan bizleri sırayla yıykarken, öbür yandan da çamaşır, bulaşık, yemek, yakacak, su… İşi başından aşkındı kadıncağızın ve bu yüzden de oldukça serî olmalıydı… Çabuk köpürmekte inat eden ve kafa derimizi de hırpalayan o sabunları özledim. Çocukluğumuzda zırlatan, biriyle boynumuzdan tutup öbürüyle de yıykamaya çalışan o kutsal eller özlemle aranıyor ve kokusuna hasret kalınıyordu… Elimde o eski sabunlardan olmayıp “şehirli”si vardı fakat ben sanki o günlerdeymiş ve anacığımın ellerindeymişim gibi hoturdattım kafamda. Hattâ birkaç kere de vurup şişirdim kafamın bazı yerlerini… Zaman ötesine taşınıp çocukluğuma dönmüş ve mutlu olmuştum…
Yattığı yerin yarım metre üzerinden ‘gider’ boruları geçiyordu Mustafa’nın. “Bunların altında yatarken veya yiyip içerken kendini bir tuhaf hissetmiyor musun?” diye sorduğumda aldığım yanıt:
“Sen öyle san! Bu boruların şırıltısı beni Munzur dağlarındaki şelalelerin altına götürüyor ve keçi otlatırken uyuyakaldığım gibi mışıl mışıl uyutuyor. Yemeğimi atıştırırken de kendimi ırmak kıyısında gibi hissettiriyor. Bu huzuru bu koca şehirde bana hangi ortam yaşatabilir ki…”
Yarım metre yukarıdan tüm bina sakinlerinin atıkları yuvarlanıp giderken çıkan sesleri güzelliklere ve temizliklere yorup keyif almak, huzur bulmak… Bu duruma, ister “Mustafacılık” densin, ister “Pollyannacılık”, isterse “züğürt tesellisi”; işin sonunda başarı ve mutluluğa erişiyor olmak değil mi en önemlisi…
Yeterince ders, morâl ve cesaret kazandığımı düşünerek döndüm Fredinin kâbuslarını yaşadığım viraneye…
Kötü kokudan tiksinmemenin çaresini şöyle buldum:
İşgâlci düşmanı kalbinden vurabilmek için kanalizasyon hatları içersinde haftalarca yaşayıp sabırla hedefine ulaşmaya çalışan yurtseverin yerine kendimi koyacaktım. O pis ve yoğun kokuları sürekli soluyup durmak, o ortamda açlığı ve susuzluğu gideriyor olmak, kendini düşmana fark ettirmeden hedefe ulaşmak için de âzami dikkâti edip durmak… Vay vay vay! Oysa benim barınak ne kadar da konforluydu be! Üstelik, pek koku filan da yoktuJ… Artık derslerime huzur içinde çalışabilir, yemeklerimi tiksinmeden yiyebilir, uyurken lâğım fareleri burnumu kulaklarımı kemirmesinler diye patates, soğan ve ekmeklerimi etrafa saçıp onlarla paylaşabilirdim…
Korkudan sıyrılmanın çaresini de şöyle buldum:
İnsan veya hayvanlarla kapışacak gücüm zaten var. İnsanüstü güçler ise sadece zihnime zarar verebilir, bedenime değil… Ayrıca; korkudan öyle bir güç kazanırım ki ben, KORKUMDAN DAHA KORKUNÇTURJ…
Hah şöyle… Sıra geldi güncel bir durumla “Mustafacılık” konusunu bağlamaya… Gittiğim evrenkent hastaneleri sebebini anlayamadıklarına ve herhangi bir kusur da bulamadıklarına göre, kulaklarımın üç yıla yakındır sürekli çınlıyor olmasını neye yormalıydı? E tabi ki birileri sürekli anıp duruyorlardı. Sevenler mi yoksa sövenler mi anıyordu? Elbette ki sevenler anıyordu, çünkü; “Mustafacılık”ta olumsuzluğa yer yoktu… Karac’oğlan da demiş ki; “Severler güzeli darılma dostum; darılırsan güzel olmayayıdın.”
Kısacası; derdimin çaresi yok diye sızlanma, sevenim çok diye sevin!…JJJ
Soldaki: Müzik Mühendisi Mustafa
Sağdaki: Beden Mühendisi Torlakon