***İbretlik Bir Hayat (LEBLEBİ KEMÂL)***
(Bu yazıyı yazmaktaki muradım: Anlatacağı pek çok şey olup da hiçbirini topluma yansıtamadan veya bir köşeye yazamadan son nefesini veren bir kulun sesi olabilme bahtiyarlığına erişebilmektir. İstenirse senaryoya da dönüştürebilirim)
Adı: Kemâl
Soyadı: Denker
Babası: İstanbul Defterdarı
Dedeleri: Osmanlı İmparatorluğunun Mısır Paşaları
Lâkabı: “Leblebi”, Türk Millî Futbol Takımının ilk oyuncuları tarafından kendisine verilmiş.
…
İstanbul’da ve soylu bir aile içerisinde doğup büyüyor olması ona oturaklı bir efendilik kazandırıyor. Türkçeyi olduğu kadar Rumcayı da çocukluğunda, Almancayı ise daha sonra kursa giderek anadili gibi öğreniyor.
Çocukluğunda yaşadığı iki olay şöyle:
Mahalledeki Rum çocuklarıyla birlikte oyun oynarlarken salâ sesi gelmeye başlıyor. Bunu duyan Rum çocukları “Bir köpek daha öldü” diyerek gülüşmeye başlıyorlar. Bu duruma sinirlenen Kemâl “Bu düşünce ve davranışınız hiç insanca değil! Bir daha böyle bir kepazelik görmeyeceğim!” diye şiddetle çıkışıyor ve hepsine birden özür dilettiriyor.
Bir diğer olayda ise, ramazan ayında Beyoğlu’nda bir kaldırımda ilerlerken yanından geçtiği dükkân sahibi Rum’un, karşı dükkânın kapısı önünde sigara içen Rum’a hitaben “Girsene ulan içeri! Ramazan ayında olduğumuzu bilmiyor musun? Müslümanların hassasiyetlerine niçin saygı göstermiyorsun?!” diye çıkışmasına şahit olur…
Dokuz evli olan defterdar babasının 7.hanımı tarafından eşyaları pencereden sokağa atılarak ve “Defol git bu evden ve bir daha da gelme!” denilerek kovulduğunda 15-16 yaşlarındadır. Hayat onu dalından kopmuş yaprak gibi oradan oraya savurur durur. Öğretmenlik, boksörlük, dans hocalığı, futbolculuk gibi pek çok işe el atar. Cumhuriyetin ilanından önce kurulmuş olan Millî Futbol Takımımızın ilk oyuncularındandır. Türk Futbolunun efsane ismi olan Zeki Rıza Sporel(1923-1932 arasında oynadığı 16 millî maçta 15, Fenerbahçe formasıyla 1915-1934 yılları arasında çıktığı 352 kayıtlı maçta da 470 gole imza atarak erişilmesi çok zor bir başarı göstermiştir) ile aynı dönemde futbol oynamıştır. Kısa boylu olduğu ve çok seri hareket ettiği için takılmıştır “Leblebi” lâkabı takım arkadaşları tarafından…
Diyarbakır’da öğretmenlik yaptığı dönemlerde sokakta öldürülmekten kılpayı kurtulur. Bir şahsın kendisini takip ettiğini fark ederek dikkâtli hareket etmeye çalışır. Takipteki şahsın bir anda elini beline atmasıyla da kıvrak ve çok seri bir biçimde sırtını bir duvar çıkıntısı ardına vererek kurşunların bedenini yalayıp gitmelerini izler. Şarjörü bittiği için kaçmaya çalışan şahsı de çok geçmeden yakalar. Kısa boylu olmasına rağmen oldukça atletik bir yapısı olduğu için, kendi ağırlığındaki şahısları tek eliyle rahatlıkla havaya kaldırabilmektedir o dönemlerde. Yakasından tutarak havaya kaldırdığı şahıs yalvarmaya başlar “Eliyi ayağıy öpem beyim, gusura bahma, bi hasmıma benzettim!”. Az daha bir benzerliğe kurban gidecektir…
Gönül adamının hasıdır Leblebi Kemâl. Hayatının her döneminde cömertliği elden bırakmaz. Karşısına her kim çıkarsa, ona bir şeyler yedirmeden veya içirmeden yollamaz. Evinde misafir de pek eksik olmaz. Öylesine bir cömertlik hissiyatı vardır ki; ikramı eğer bir başkasına kaptıracak olursa derde düşer… Gönlü çok engindir, herkesi kendisi gibi bilir. Kimsenin olmak istemediği kefillikleri o üstüne alır. Fakat onun gibilere göre değildir bu dünya…
Kefil olduğu kimselerden ikisi(biri esnaf, diğeri vatandaş) Almanya’ya kaçınca, bütün borç da onun üzerine kalır. Toprak Mahsûlleri Ofisi’nde çalışmakta olduğu o yıllarda aylık maaşının neredeyse tamamı ile evde bulunan tüm eşyası hacze gider. Geriye kalan ‘çay parası’ ölçüsündeki harçlık ve bir yerlerden gelen cüzzi kira bedeli de ailesini geçindirmeye yetmez. Evinde bir çulu bile kalmamış, ziyaretine gelen de olmamıştır gayrı… Osmanlı Paşasının torunu ve İstanbul Defterdarının oğlu evine bir ekmek götüremez hale gelmiştir; elinde Mısır’daki malların tapusu olup durduğu halde… O yıllarda ‘mal mübadelesi’ diye bir durum söz konusu olmadığından; denizin öte yanında kendi ekmek fabrikası olduğu halde, bu yakada açlıktan ölen patron gibi bir durum söz konusudur…
Geç döneminde evlendiği genç eşi ve iki küçük çocuğuyla birlikte, kiralık bir evde, çile ateşinin içinde kavrulmaktadırlar. Sanki “Han Duvarları” şiirindeki Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın, şehir duvarları arasında sessizce yitip giden bir benzeri gibi olmuştur Kemâl Denker. İş çıkışı evine doğru ilerlerken, ayakları da geri geri gidiyor gibidir. Evine bir şey götüremediği, kimseye bir şeyler ikram edemediği için boynu büküktür. Asıl boynu bükülen de, onun engin gönlünü doldurmuş olan sevgi, muhabbet, dostluk ve rıza çiçekleridir…
Soyadı Kanunu 1934 yılında çıktığında uygun görmüştür kendisine ‘denker’i. Almanca anlamı “düşünen, fikreden, filozof”, Türkçesi de “denk-dürüst adam” demek olduğunu iyi bilerek almıştır. Oysa şimdi dürüst adam, düzenbaz adamlar yüzünden perişan hale düşmüştür. Derdini önüne gelene yanmaya da hiç yatkın değildir yapısı. İçten içe yansa da dumanını belli etmez. En yakınında bulunup da ahvalini gizleyemediği bir iki kişi bilir ancak yanan tüteni. Onun engin gönlünde günden güne solup giden dostluk çiçeklerini… Ve yine bir düşünce adamı olan Torlakon’a nasip düşer onun saklı kalan öyküsünü dile getirip gün yüzüne çıkarmak…
Çilenin de bir sonu olacaktır elbet; her bir şeyin de sonu olduğu gibi. Ah bir emekliliğe hak kazanabilse! Kendisine ait hiç evi olmamıştır. Kiralık evlerde hacze giden maaşlarla yıllarca direnip durmak… Ve o gün gelir. Emekli olmuş, aldığı ikramiyeyle de bütün borçlarını kapatmıştır. Mevlâ’ya şükrederek derin bir nefes çeker ve “Çok şükür, borçsuz öleceğim” der. Ölümünün yaklaştığını biliyor gibidir gönül adamı. İçinde ne tür dert veya dertlerin onu eritip tükettiği bilinmez. İki ay içinde vücudunun yarıdan fazlası erir ve Mevlâ’sına yürür. Yıl, 1960’ların sonlarıdır. Herhangi bir tahsili olmayan genç eşi, biri kız diğeri oğlan 3-5 yaşında iki çocukla hayat mücadelesini kaldığı yerden sürdürür…
Peki ya; bir kulun iyi niyetini kötüye kullanarak böylesi bir duruma neden olanlara ne demeli? Kul hakkı deyince akıllarında bir soru belirir mi veya vicdanlarında bir pişmanlık gelişir mi? Arayıp sormaya çalışırlar mı helâlleşme derdine düşerek? Yoksa; "adam sen deee"? En kısa öğreti, hakka riayet etmektir…
(Kaynak kişi: H.İ. ÖZTÜRK)
Bir bayan komşusu anlatıyor: “İstanbul Beyefendisi” derdik biz ona. Kültürüyle, görgüsüyle, yardımseverliğiyle, nezaketiyle tam bir beyefendiydi. En iyi reçel, turşu vs nasıl yapılır ondan öğrenirdik. Öylesine cömertti ki, bulunduğu ortamda kaç kişi olursa olsun, hiçbir kimsenin elini cebine atmasına izin vermezdi. Çocuklarının isimleri ****** ve ****** ydi. Mısır’da bulunan dededen kalma malların Osmanlıca tapusunu önüne serer ve hayâller kurardı… “Merhametten maraz doğar; acırsan, acınacak duruma düşersin” hesabı, iyilikseverliğinin kurbanı oldu, çok kahırlar çekti. Maaş bordrolarını incelediğimde bugünün parasıyla 1-1,5 lira (2-3 çay parası) hariç tamamı hacze kesilmişti. Kanser içten içe tüketmişti Kemâl amcamızı. Ölümünden önce son kez gördüğümde kendimi öylesine kötü hissettim ki ‘keşke görmemiş olsaydım’ dedim içimden. Öylesine bitip tükenmişti ki, sanki 8-9 yaşlarında bir ilkokul öğrencisi yatıyordu hasta yatağında…
Onu tanımış veya hakkında duyum almış olanların katkı ve yorumlarını bekliyorum.
HAN DUVARLARI
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
***
Ellerim takılırken rüzgârların saçına,
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince,
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonun ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine,
Uzanmışım, kalmışım yaylının şiltesine.
***
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya,
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı,
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler,
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilerle uğraşırken başbaşa,
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad göremedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
***
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri,
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden,
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli,
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana,
Biz menzile vararak atları çektik hana.
***
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş,
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde,
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi: "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri,
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
(Faruk Nafiz ÇAMLIBEL)