Zorla mı güzellikle mi...
Türkler nasıl Müslüman oldu?
(Kaya ATABERK)
Türklerin Müslüman oluşunda Yesevi Faktörü
Türkler İslam'ı nasıl kabul ettiler? Bu inancın yaygınlaşmasında ne gibi bir etkileri oldu? Bu iki sorunun da hiç sorgulanmadan verilen hazır cevapları oluşmuştur maalesef. Özellikle bazı sol ve bir kısım da Türkçü kesimler arasında Türklerin Müslüman oluşu ile ilgili zan, 700'lü yıllarda Arap fetihleri sırasında Kuteybe bin Müslim'in Orta Asya'da yaptıkları ile ilgilidir. Bu zanna göre Kuteybe'nin ordusunun zulmü karşısında eski inançlarından vazgeçen Türkler zorla ve istemeden Müslüman olmuşlardır. Bunun adı da genellikle "kılıç Müslümanlığı" olarak konulur.
Fakat yine Türkler Müslüman olduktan sonra bu kez Kuteybe'nin rolünü kendileri üstlenmiştir. Hindistan'dan Balkanlar'a kadar çok geniş bir coğrafyanın Müslümanlaşması bu sefer de Türklerin zoruyla ve kılıcıyla gerçekleşmiştir. Yani zorla Müslüman olan Türkler, diğer ülkeleri de yine zorla Müslüman yapmışlardır!
Bu fikir genellikle hiç tartışmasız ve sorgulamasız kabul edilir. Gelgelelim savunulan fikir en başından sorgulanmaya mahkûmdur.
Birincisi tarihin en özgür yaşamış ve en savaşçı milleti nasıl olmuştur da bir inancı zorla benimsemiştir acaba? Bu mümkün müdür?
Temelde inanç özellikle de İslam inancı kimsenin zorla kabul edebileceği bir şey de değildir gerçekte. Diyelim ki Türkler mecbur kalıp Müslüman görünmek zorunda kalmışlardır. Bir an bunun doğru olduğu kabul edilse bile o zaman da karşımıza aynı Türklerin neden İslam'ı yaydıkları, bunu temel bir ülkü haline getirdikleri sorusu çıkacaktır. Demek ki Türklerin Müslümanlığı görünüşten ibaret de olamaz.
Bu meselenin çözümü için Türklerin İslam'ı kabullerinde ve yaygınlaştırmalarında Türk tasavvufunun özellikle de başta Hoca Ahmed Yesevî, Mevlana Celaleddin Rumî ve Hacı Bektaş Veli Horasanî gibi isimlerin etkisini ve misyonunu anlamak gerekir. Bunlar arasında da Ahmed Yesevi'nin tuttuğu merkezî rol mercek altına tutulmalıdır. Çünkü Türklerin kitleler halinde İslam'a geçişlerinde de ardından bu inancı bu geniş coğrafyaya yaymalarında da Türkistan Yesevî Ocağının rolü büyük olmuştur. Bu rolün Anadolu'daki paraleli de Mevlana ve Hacı Bektaş eksenli olacaktır.
Tabidir ki 1100'lü yıllarda yaşamış ve 1167'de vefat etmiş olan Ahmed Yesevi'ye kadar da Müslüman olan Türkler vardı. Fakat onun sahneye çıkmasından itibaren değişen bir şey vardır. Artık konargöçer Türk boyları kitleler halinde İslam'a geçmeye başlamışlardır. Bu doğrudan doğruya "doksan dokuz bin Türkistan evliyasının piri" olarak tanınan Yesevi'nin çağrısının gücüyle olmuştur. Yesevi ve ocağının çağrısı Arap ve Farsların korkuya, cezaya, gazaba dayanan anlayışına karşı Tanrı ve insan sevgisiyle yoğrulmuş, insanı kendi nefsine ve ihtiraslarına karşı cihada çağıran bir Müslümanlık çağrısıdır. Yesevi Ocağının tasavvufî çağrısı Türklerin kitlesel Müslümanlığının en önemli etkeni olmuştur. Kısacası Türkler, Kuteybe'nin zoruyla değil, Yesevî'nin güzelliğiyle İslam'a akmışlardır. Onun hikmetleriyle coşmuş, sevmiş ve bağlanmışlardır.
Yesevî'nin geniş etkisi ve Türkler
Ahmed Yesevî, Divan-ı Hikmet'te piri olarak Arslan Baba adlı bir Türkmen Babasından bahseder. Yani Yesevîliğin kökeni bu konargöçer Türk boylarından birinin hem reisi hem de manevi önderi olan Babalardan biridir. Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî, yaşadığı bugünkü Kazakistan sınırları içindeki Yesi şehrinden başlayarak etkisini tüm Türkistan'a yaymıştı. Dolayısıyla Orta Asya'daki Türk boylarının hemen hepsinin Müslümanlığının temelinde onun etkisi ve anlayışı vardır. Ahmed Yesevî'nin halifeleri olan ve bugün Orta Asya Türkleri arasında evliya olarak anılan Hâkim Ata, Mansur Ata ve Said Ata gibi isimlerin de etkisiyle 1100'lü yıllarla 1250'li yıllar arasında Fergana, Balasagun, Sayram, Taşkent yani bugünkü Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Doğu Türkistan bölgeleri Müslümanlığa kitleler halinde geçmişti. Buraları Maveraünnehir'in geri kalan kısımları, Harezm ve ardından da Horasan izleyecekti. O güne kadar İslam'a mesafeli duran konargöçer Türkler artık tamamen İslamlaşmıştı.
Fakat bu etki buralarla sınırlı kalmayacak, özellikle Selçuklu Türk yayılmasına eşlik ederek İran, Anadolu ekseninde ilerleyecek oradan da Balkanlar'a atlayacaktı. Hatta Moğol istilasının da etkisiyle Hindistan'a giden bir kol da burada çalışacaktı. Anadolu'da Selçuklu egemenliğinin yerleşmesiyle beraber Mevlana'nın etkisi de ortaya çıkarak Anadolu'da aynı etkinin diğer ayağını oluşturacaktı.
Ahmed Yesevî'nin yolundan gelen, Horasan Erenleri olarak adlandırılan Babalar, Abdallar ve Kalenderler de Anadolu'ya bu dönemde geçmişlerdir. Artık onlara Anadolu'da "Abdalan-ı Rum"yani Anadolu Abdalları denilecekti. Menakıbnameler, özellikle de Menakıb-ı Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş'ın Anadolu'yu Müslümanlaştırmak için piri olan Yesevî tarafından görevli gönderildiğini anlatmaktadır.
Bunlar hem Selçuklu ile beraber Anadolu'nun yeniden Türkleşmesinde etkili olacaklardı, hem de bir sonraki süreçte Osmanlı'nın kuruluşunda önemli roller üstleneceklerdi. Bunların arasında Baba İlyas, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Edebalî ve Geyikli Baba'nın isimleri ön plana çıkar. İlginçtir Türk boylarını dolayısıyla da Babaları Anadolu'ya çağıran Selçukludur. Fakat yeri gelmiş bu boylar Babaların çevresinde toplanıp Selçuklu'ya isyan da etmiştir. Fakat aynı Babalar ve Abdallar yeri geldiğinde Osmanlı'nın kuruluşunda rol oynamış, fetihlere katılmıştır. Abdalan-ı Rum, Gaziyan-ı Rum'la iç içe geçmiştir. Hatta devletin önemli mevkilerine de bunların ailelerinden insanlar gelmiştir. Osmanlı Devleti'nin "resmi tarihçisi" denilebilecek olan Aşıkpaşazade kendi yazdığı tarihinde soyunun Baba İlyas'tan geldiğini belirtmektedir.
Yani Selçuklu ve Osmanlı Türk devletleriyle bu tasavvuf çevreleri işbirliği halindedir. Anadolu ve Balkanlar'da Türklüğün ve İslam'ın yayılması, işte yine bu güzellik ve sevgi faktörüyle, Türk tasavvufuyla birlikte olmuştur.
Selçuklu Anadolu'sunun iki güzellik ve sevgi odağı:
Mevlana ve Hacı Bektaş dergâhları
Selçuklu Türk devleti Anadolu'ya yerleştiğinde bu ülkenin önemli bir kısmı zaten Türk'tü. Sözgelimi Batılı kaynaklar bile Mevlana ve ailesi Konya'dan önce Karaman'a geldiklerinde burada Türkçe konuşan ve Yunan harfleriyle Türkçe yazan bir halkın yaşadığından bahsetmek zorunda kalır. Yani Anadolu'nun tarih boyunca göçlerle defalarca Türkleşen halkı dilini kaybetmemiştir ama aralarında bir inanç birliği yoktur. Birliğin bu boyutunu oluşturmak iki güzellik ve sevgi odağına, Konya'daki Mevlana Dergâhı'na ve Kırşehir'deki Hacı Bektaş Dergâhı'na düşecektir. Yunus Emre ise bu iki odakla da ilişki içinde her ikisinin de sözcüsü olarak tüm Türk Yurdu'nu dolaşacak, insanları iyiliğe, doğruya çağıracaktı.
Mevlana'nın ve ardından gelenlerin etkisi daha çok yerleşik hayatı benimsemiş insanlar ve şehirlerde olacaktı. Öncelikle Konya ve Kayseri olmak üzere büyük Selçuklu şehirleri bu etkiyle dolup taşacaktır. Konya ve dolaylarındaki Hıristiyanların nasıl Mevlana sayesinde Müslüman oldukları bilinir. Eflâki'nin Menakıb-ül Arifin'i bu öykülerle doludur. Yine Mevlana'nın araya girmesiyle Konya'nın ve Anadolu Türklüğünün Moğollardan nasıl kurtulduğu hâlâ anlatılır. Benzer şekilde menkıbeler Hacı Bektaş Veli'nin Ürgüp ve dolaylarında Hıristiyanları, hatta Şamanist Moğolları nasıl İslam'a kazandığı anlatılmaktadır. Nasıl Hacı Bektaş ve diğer Yesevî Babaları, Rum Abdalları Türk ve İslam yayılmasına çalıştılarsa, Mevlana'nın torunu Ulu Arif Çelebi de Aydınoğulları, Menteşeoğulları, Germiyanoğulları gibi diğer Türk beyliklerinin bölgelerinde aynı rolü üstlenmiştir.
Mevlana ve Hacı Bektaş'ın temel mantıkları da Tanrı, evren, insan algılayışları da özünde bir ve aynıdır. Burada aralarındaki farkı anlamak için toplumsal yasaları anlamak gerekir. Biri yerleşik Türklerin ve şehirlerin mürşidi diğeri ise konargöçer Türk aşiretlerinin ve kırların piri olmuştur. Ama her ikisi de Anadolu'nun bir kez daha Türkleşmesinin ve İslam'ın burada yaygınlaşmasının etkenleri olmuşlardır. Kısacası alanlar farklı da olsa bugün birilerinin iddia ettiği gibi ikisi arasında ne misyon açısından, ne de Türklük açısından bir fark yoktur. Aksine her iki odağın Türk tasavvufunun kent ve kırdaki iki yüzü olduğunu söylemek doğru olacaktır. Yine bugün iddia edilenin aksine her ikisi de mezhep sınırlarını çoktan aşmış, her türlü insanı bünyesinde yeniden şekillendirebilecek karakterde anlayışlardır…
Kısacası Selçuklu-Osmanlı ile beraber Türklüğün ve İslam'ın Anadolu ve Balkanlar'da yaygınlaşması bu iki ana dallı Türk tasavvuf ağacının sevgi ve güzellikten oluşan gölgesinde gerçekleşmiştir.
Unutulan Hindistan erenleri ve Babürler
Bugün Türk tasavvuf erenlerinin Türkistan, Türkiye ve Balkanlar'da oynadığı rol az çok bilinmektedir. Anadolu'da Selçukluların yaptırdığı ve yüzyıllarca Osmanlıların koruduğu Konya'daki Mevlana Türbesi ile Emir Timur'un Türkistan'da Yesi şehrinde yaptırdığı Yesevî Türbesi bu rolün anıtları olarak hâlâ ayaktadır.
Bunların da dışında Sarı Saltuk aracılığıyla İslam'ın Rumeli'ne yayılması, Balkan Müslümanlığının Türk tasavvufundaki kökleri de ortadadır. Arnavutluk'ta bile bugün hâlâ Bektaşilerin bulunması bu Türk ve İslam yayılmasının nasıl gönüllere giren bir etki olduğunun kanıtlarıdır.
Bilindiği gibi Yesevî etkisi Anadolu ve Balkanlar'da etkisini Selçuklu-Osmanlı dönemleri boyunca korumuştur. Evliya Çelebi de eserinde kendi soyunu Ahmed Yesevî'ye bağladıktan sonra, Anadolu'daki ve Rumeli'ndeki Yesevî şeyhleri olarak Niyazabad'da Avşar Baba, Merzifon'da Pir Dede, Bursa'da Geyikli Baba, Elmalı'da Abdal Musa, Varna'da Akyazılı Sultan ve Filibe'de Kıdemli Baba Sultan'ı sayar. Bu sayılan bölgeler etkinin genişliğini göstermek açısından önemlidir. Diğer taraftan da Konya ve Kayseri'nin ardından Bursa, İstanbul, Selanik gibi Türk şehirleri de Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli Mevlevi merkezleri olacaktır.
Türkistan, Horasan, Anadolu ve Balkanlar'ın dışında bu etkinin yayıldığı ve en önemli Türk imparatorluklarından biri olan Babürlerin kurulduğu Hindistan'da da aynı Türk tasavvuf etkisi vardır. Fakat ne yazık ki bu Hindistan Türk erenleri unutulmuş durumdadır. Yesevîlikten türeyen Haydarîliğin bir kolu Anadolu'ya Rum Abdalları olarak gelirken bir kolu da Hindistan'a gitmişti. 14. yy'da buraları gezen Arap seyyah İbni Batuta, Hindistan'da bu dervişlere rastladığını anlatmaktadır. Bu dönemin hemen ardından burada en uzun ömürlü Türk devletlerinden biri olan Babür İmparatorluğu'nun kurulması acaba tesadüf müdür? Ya da Babür'ün torunu Ekber Şah'ın Mevlana'nın eserlerine ve fikirlerine hayran olması rastlantı mıdır? Buradan yola çıkarak tarihin ilk kapsamlı laiklik uygulamasını hayata geçirmesi de mi?
Biz hiç de rastlantı olmadığını düşünüyoruz. Türkler nereye gitmişlerse oraya Türk tasavvufunu da taşımışlardır. Hatta bu anlayış devletten ve Türk askerlerinden daha önce buralara ulaşmıştır. Bu nedenle de Türkler Müslüman olduktan sonra hem Türk devletleri yayılmış hem de İslam yayılmıştır. Ve her ikisi de gönülleri fethederek yol almıştır.
Zorla değil güzellikle…
Görüldüğü gibi ne İslam'ı zorla kabul ettik ne de onu zorla yaydık. Türk'ün mesajı netti: İnsanları, maddi ihtiraslardan manevi huzura, mülkiyetten eşitliğe, benlikten nefisten insanlığa çağırıyordu. Bu çağrının adı da Türk tasavvufu olmuştu. Dolayısıyla Türklerin Müslüman olmalarında nasıl Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî gibi bu çağrının ilk sahiplerinden biri varsa, ardından gelen İslam yayılmasında da onun öğrencilerinin, benzerlerinin ve onunla aynı yolu tutmuşların payı vardı.
Yesevî de Mevlana da, Yunus da Hacı Bektaş da hep bu Türk selinin önündeki setleri yıkan yol açıcılar olarak var olmuşlardı. Bu insanlık düzeni de tabi ki güzellikle yol almıştı…
(Kaynak: http://www.turksolu.org/391/ataberk391.htm )