GÖSTER CEMÂLİN ŞEM'İNİ…
Göster cemâlin şem'ini od'a yansın pervaneler,
Devlet değil mi âşıka mâşuka karşı yaneler.
Mescit ile medreseyi, ısmarladık zahitlere,
Hakk'a münacat etmeye yeter bize viraneler.
Biz mey'e tövbe etmişiz, ağyar elinden içmeğe,
Kudret yedinle sun bize, dolu dolu peymaneler.
Ey hali çok rânâ güzel, yağmaladın gönül evim,
Berk bağla aşk zincirini, boşanmasın divaneler.
Cevr-ü cefa çekmek ile Şemsi seni terk eylemez,
Seni seven âşıkların, hâşâ senden usaneler.
AÇIKLAMASI:
Cemâlinin güneşini göster ki, pervane kelebekleri (âşıkların) ateşinle yansınlar.
Sevgilisi için yanmaktan daha büyük varlık ve devlet olur mu âşıklara?
Mescit ve medreseyi züht, takva ehline bıraktık,
Hakk’a yakarış için bize viraneler yeter.
Biz, yabancı elinden şarap içmeye tövbe ettik,
Ya İlahi, kudret elinle bize dolu dolu kadehler sun.
Ey güzellikte eşi olmayan, kalbimde senden başka bir şey bırakmadın,
Beni sana bağlayan aşkın zincirini sıkı bağla ki, Mecnun olup çöllere düşmeyeyim.
Ne kadar eziyet edersen et, Şemsi Sivâsî seni terk etmez,
Seni gerçekten seven âşık, senden nasıl usanabilir?
Şemseddin Ahmed Sivâsî k.s. (Kara Şems, 1519-1597)
Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsiyye)'nin kurucusudur. Babasının ismi Ebü'l-Berakat Muhammed'dir. Asıl ismi, Ahmed, künyesi Ebü's-Sena, lakabı Semseddin'dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 1519 (H. 926) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H. 1006) senesinde Sivas'ta vefât etti. Sivas'ta Meydan Camii avlusunda medfûn olup, Kabri ziyaret edilmektedir.
Türk-İslam tarihindeki meşhur üç Şems'ten birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna Celâleddin-i Rûmi'nin hocası olan Şems-i Tebrizi, ikincisi İstanbul'un fethinde Fatih Sultan Mehmed Han’ın yanında bulunan Aksemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems'tir. Üçü de yüksek dereceler sahibidir.
Kara Şems yedi veya sekiz yaşındayken, Amasya'da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır'ın sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyareti talebelerinden Receb Efendi söyle nakleder; Hocam Kara Şems anlattı: "Babam, Ebü'l-Berakat Muhammed Efendi, Amasya'daki Habib Karamâni hazretlerinin halifesi olan mârifetler ve kerâmetler sâhibi Hacı Hıdır'ın talebelerindendi. Bu fakir yedi yaşındayken, babam anneme: "Oğlum Ahmed'i şeyhime götürmek istiyorum elbiselerinin yıka. Yolculuk için azık ve şeyhime götürebileceğim hediye hazırla" dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir kış günü babamla Zile'den Amasya'ya vardık. Hacı Hıdır'ın huzûruyla şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: "Böyle kış günlerinde bu mâsumu ne diye getirdin?" buyurunca, babam da: "Nazarınıza muhâtâb olmak, şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim" dedi. Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve yükseklikler o duanın bereketiyledir."
Ziyaret bittikten sonra Zile'ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahv ile diğer ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat'a gidip Arakiyecizâde Şemseddin Efendi'den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada gördüğü bir rüyayı şöyle anlatır: "Tokat'ta ilim tahsili ile meşgul olduğum sırada bir gece, rüyamda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamıştı. Etrâfimda genç-ihtiyar birçok kimsenin döndüğünü gördüm. Bu rüyâyı, rüya tabir etmekle mâhir olan Köstekcizâde'ye anlattim. Ben rüyâyi anlatınca, bana: "Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?" diye sordu. Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana: "Sana müjdeler olsun ki, zâhirî ve batinî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp zamanının bir tânesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allah'ü teâlânin rızâsına kavuşacaklar diye tâbir etti. Bu tâbirde bildirilen hususlar yirmi sene sonra aynen meydana geldi."
Tokat'ta aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra İstanbul'a gelip, Sahn-i semân medreselerinden birinde müderris olarak vazifelendirildi. Bir müddet ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu.
Bir gün zamanın kazaskerlerini ziyarete gitmişti. Müderrislere ve kadılara karşı kazaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi. Çıktıktan sonra Fâtih Câmiine gitti. İki rekat namaz kılıp, huzurlu bir kâlb ile Allahü teâlaya: "Yâ Rabbi! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin yoluna dâhil eyle" diye dua etti. Kısa bir müddet sonra hacca gitti. Hac ibâdetini yerine getirip Peygamber fendimizin mübârek kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile'ye döndü. Orada ilim öğretip, insanlara Allahü teâlânın dinine ve Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmaya başladı. O sırada İbn-i Hişam'ın Kavâid-ül-I'râb adlı eserine Hail-ül-Me'âkid adlı şerhi yazdı. Fakat içinden ilâhi aşkın ateşinin harareti her geçen gün biraz daha artıyor, Allahü teâlânın sevdiği bir veliye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasya'lı Şeyh Muslihuddîn Efendinin dergâhına gidip, onun sohbeti ile şereflendi ve ona talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü bir rüyâsını söyle anlatır: "Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi büyük dalı var. Elimde Mushaf-i şerif bulunuyor. Bu mushafı o ağacın en yüksek dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rüyâmı hocam Muslihuddin Efendi'ye anlattım. "Rüyân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçtan murâd bizim vücudumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lakin bizden önceki hocalar duâ edip seccâde ve asâ verirlerdi. Biz dahi size icâzet verelim" deyip, elleriyle icâzetnâme yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rüyâ ayni ile vâki olup, hocam vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş değirmene döndüm"
Kara Şems, hocası Amasya'lı Muslihuddin Efendi'nin vefâtından sonra, mübarek, velî bir zât bulup talebe olmak istedi. Tokat'taki zâhid ve muttaki, yüz yaş civarında bulunan Şeyh Mustafa Kırbâşı adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi. O zât, "Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastalıklıyım. Riyâzete (nefsin istediklerini yapmamak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl olamam" dedi. Kara Şems: "O zaman benim halim ne olacak? Beni buraya terbiye etmeniz ve yetiştirmeniz için geldim" deyince, "Sen bu işte hâlis ve sâdık mısın?" diye sordu. Kara Şems: "Evet" cevâbını verince, başını önüne eğip bir müddet bu halde kaldıktan sonra başını kaldırıp: "Altı aya kadar Allahü teâlâ, ya seni kâmil bir rehberin huzûruna gönderir veya böyle bir zâtı seni terbiye için gönderir" dedi ve Kara Şems'e hayır duâda bulundu.
Kara Şems bundan sonra tekrar Zile'ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve Muhtasâr-i Menâr üzerine, Zübdet-ül Esrâr adlı bir şerh yazdı. İlim öğretmekle meşgûlken, Tokat'a meşhûr nahiv âlimi Şemseddin Efendi'yi ziyârete gitti. Şemseddin Efendi onu görünce: "Ben de senin gelmeni arzuluyordum. Çünkü sen akıllı, anlayışı ve kavrayışı iyi birisin. Memleketimize Şirvan'dan velî bir zât geldi. Bizlere vâz ve nasihat ediyor. Anlattıkları okuyarak öğrenilecek akıl ve zekâ ile söylenilecek şeyler değil. Konuştukları Allahü teâlânın ihsanı ile bilgiler. Haydi, onun yanına gidelim" dedi. Birlikte kalkıp gittiler. Böylece Abdülmecid-i Şirvâni'nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme şerefine kavuştu. Abdülmecid Şirvâni sohbetinin sonuna doğru: "Ey Kara Şems! Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamber efendimizin işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri aşıp gelmem, sadece seni irşâd ve terbiye içindir" buyurdu.
Kara Şems bu ânı şöyle anlatır: "Abdülmecid Şirvâni'nin bu sözünü duyunca, Şeyh Mustafa Kırbâşı'nın daha önce verdiği müjdeyi hatırladım, hesab ettim, tam altı ay geçmişti." Kara Şems’te bu esnâda Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi gitti. Allahü teâlâya hamd edip: "Aradığımı buldum" dedi.
Abdülmecid Şirvâni'nin sohbetine kabul edilişini şöyle anlatır: "O zâtın huzuruna varınca, bu fakirde istek ve arzu görüp:"Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin tanıdığı meşhûr ve halk nazarında yüksek birisiniz. Böyleyken huzurumuzda zilleti ve dervişliği kâbul edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkâtler yoludur" buyurunca:
"«Cânlar fedâ muhabbet-i cânâna ser değil, Eshab-i aşka terk-i ser etmek hüner değil» dedim."
Bunun üzerine: "Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazifeliyiz. Riyâzet ve mücahedeye tahammül edersen, az zamanda rizâ-i İlâhî'ye kavuşursun" buyurup:
«Yâra yol iki kademdir birisi câna bas çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas» beytini okudu ve fakiri kabul buyurdu."
Abdülmecid Şirvâni'nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifade etti. Feyz alıp tasavvuf derecelerinde yükseldi. Dünya sevgisinden uzaklaşıp, hakikate yöneldi.
Şemseddin Sivâsi, Abdülmecid Şirvâni'den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek derecelerine kavuştu. Bir gün hocası, haber göndererek, yanına çağırdı. Hayır duâda bulunarak insanlara, Allahü teâlânın dinini ve sevgili Peygamber efendimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazifelendirdi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasan Paşa, kendisini Sivas'a davet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda yaptırdığı câminin imâmlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretti, insanlara vaaz ve nasihatle meşgul oldu.
Kara Şems 1590 (H. 999) senesinde hac farîzasını yerine getirmek için Mekke-i Mükerremeye gitti. Bu sırada talebelerinden Hacı Mustafa Efendi Mısır'daydı. Hocasının hacca gideceğini duyunca, hem hac farîzasını yerine getirmek, hem de hocasını ziyâret için Mekke'ye gitti. Mustafa Efendi Mekke'ye vardığında hocası teşrif etmemişti. Bir müddet sonra Kara Şems'in geldiğini işitince, arkadaşı ile beraber karanlık bir gecede ziyâretine gitmek üzere kaldığı yerden ayrıldı. Yolda Yemenli bir satıcıya rastladı. Hocasına bir hediye almak istedi. O sırada Kara Şems'in kardeşi İsmâil Efendinin elinde bir mum ile geldiğini ve arkasında da bir cemaatin bulunduğunu gördü. Hocasının da aralarında olduğunu anladı. Edebinden bir kenara çekildi. Hocası yakınından geçerken, cemâattan ayrılıp Mustafa Efendinin yanına yaklaştı ve o karanlıkta elini başına koyup: "Sen Hacı Mustafa değil misin?" dedi. O da: "Evet efendim!" deyip elini öptü ve birlikte Harem-i Şerife gitti.
Hayatının sonuna doğru, Sultan III. Mehmed Han'la birlikte Eğri seferine gitti. Eğri seferiyle ilgili olarak talebelerinden Receb Efendi şöyle nakleder: "Şemseddin Sivâsi bir gün bu fakiri odalarına çağırıp: "Din düşmanlarının (hristiyanların), sınırlardaki müslümanlara baskı ve zulümleri haddinden fazla olmuş, tahammül edilemez hâle gelmiştir. İçimde onlara karşı sefere gitme arzusu belirdi" buyurdu. Bu sözü üzerine, ihtiyar olduklarını, zayıf, bünyelerinin sefere çıkmaya engel olacağını ve bu hususa dair padişahtan da herhangi bir haber gelmediğini söyledim. Bunun üzerine: "Bize işâret ve tenbih olundu ki: "Sefer hazırlıklarını tamamla! Fetih ve zafer senin için mukarrerdir" buyurdu. Ben de: "Şüphesiz ben sâdece hak dine boyun eğip, yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a çevirdim ve ben O'na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim" mealindeki En'âm suresinin 79. ayetini okudum. Bunun üzerine: "Bize müjde verildi ki yakında güçlü bir padişah gazâ edip, birçok fetihlerde bulunacak ve müminlerin kalbleri de sevinçle dolacaktır" buyurdu."
Çok geçmeden III. Mehmed Han, Osmanlı padişâhı oldu. Şemseddin Sivâsi hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp sefer hazırlığını tamamladı. Sivas'ta medfun bulunan Gâzî Abdülvehhab'ın sancağını yanlarına alıp, Ayasofya yakınındaki Kapı Ağası dergâhında bulunan Koca Şeyh'e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübarek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şemseddin Sivâsi'yi uğurlamak üzere toplandı. Beklerken bir kapıcıbaşı acele ile gelip, pâdişahtan Eğri seferine katılmak üzere dâvet geldiğini belirten fermânı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddin Sivâsi hazretleri: "İşittik ve itaat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim" diye el kaldırıp duâ buyurdu. Oradaki topluluk duâya âmin deyip, gözyaşları arasında uğurladılar.
Uzun yolculuktan sonra Üsküdar'a geldiler. Henüz genç olan, Azîz Mâhmud Hüdâyi onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddin Sivâsi, Mahmud Hüdayi'ye: "Oğlum siz yegânesiniz (bir talebesiniz). Bugünden sonra fazlalaşırsınız" diye dua edip, ileride çok büyük bir veli olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar birlikte sohbet ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mâhmud Hüdâyi: "Yaşınız seksene ulaşmış, vücudunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz, çünkü her an nefsiniz ile büyük cihaddasınız" diyerek seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben: "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihadı yaptık (Nefis ile cihad). Ancak küçük cihad kalmıştı. Bu emirlerine ihtiyar olarak uymak isteriz" buyurdu.
Üsküdar'da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, padişah tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul'a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinan Paşa köşküne, padişah Sultan III. Mehmed Han tarafindan davet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislam Sâdeddin Efendi de hazır bulundu. sohbet esnasında padişah, Şemseddin Sivâsi'ye: "Tarafımızdan sizi sefere davet etmek üzere gönderilen kapıcıbaşımız sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonunda ne olacağını bilirsiniz. O halde bizi müjde işaretinizle sevindirip, neticeden haber vermenizi isteriz" dedi. Bunun üzerine Şemseddin Sivâsi: "Hadis-i şerifte«Amellerin en faziletlisi, mü'minleri sevindirmektir» buyruldu. Malumunuz ola ki Eğri Zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişân olacaktır. Hatırınızı hoş tutun" müjdesini verdi.
Şemseddin Sivâsi hazretlerinin bu cevabına sevinen padişah, kendi üzerindeki samur kürkü ona giydirdi. Ayrıca kapıcılar kethüdası Mehmed Ağa vasıtasıyla, iki yüz altın sikke, dervişlerine de yüz altın sikke ihsan edip: "Bunlar helal malımızdır. Kabul buyursunlar" dedi. Şeyh Şemseddin Sivâsi hazretleri: "Allahü teâlânın emri üzere kimseye sûi zan etmemeli, hüsn-i zan'da bulunmalıdır. Kimseyi araştırmak ve teftiş etmekle vazifeli değiliz. Tasavvufta da her geleni Allahü teâlâdan gelmiş bilip, hediyeleri ve ihsânları kabul etmek gerekir" buyurdu.
Birkaç gün İstanbul'da kaldıktan sonra padişah ve orduyla birlikte yola çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaştılar. Kale kolay fethedilip, harab olan şeyler tamir edildi. Ancak asıl düşman askerlerinin, kale yakınlarında bir başka yerde olduğu öğrenilince, ordugâh, düşmanın karşısına nakledildi. Rivayet edilir ki yedi yüz bin kişilik bir orduydu. İslam ordusuyla küffar ordusu karşılaştı. İslam ordusunda bozgun ve firâr başgösterdi. Padişah III. Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip: "Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl" mealindeki Bakara suresi iki yüz ellinci ayet-i kerimesini okudu. Padişahın yanında şeyhülislam, kazaskerler, şeyhler ve bazı vazifeliler haricinde kimse kalmadı. Hazine ve cephanelik düşman tarafından zaptedildi. Bu firar ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden padişah, Şemseddin Sivâsi hazretlerini çağırıp: "Söylediklerinizin tersi vâki oldu" deyince, Şemseddin Sivâsi: "Padişahım söylediklerimiz doğrudur. Kafirin hezimete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç anıdır. Hatırınızı hoş tutunuz" diye cevap verdi.
Gerçekten de çok geçmeden, Şemseddin Sivâsi hazretlerinin târif ettiği şekilde bir zât ortaya çıktı. Bunu gören şeyh, hemen padişahın huzuruna çıkarak: "Fethin vaktidir" diye müjdeledi. Ortaya çıkan zat, dağılan ordunun önüne düşüp:"Ey mü'minler! Nerede İslam gayreti? Nerede peygamber efendimizin gayreti? Nerede cömertlerin cömerdi sultan gayreti?" diye nida edip: "Şehid olmak, dinini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin" buyurdu. Bu sırada yanına birkaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücum ettiler. Bu durumu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firari askerler dönüp düşmana saldırdılar. Nihayet düşman bozguna uğratılıp, kesin zafer elde edildi. Daha sonra o zatın kim olduğu Şemseddin Sivâsi'ye sorulunca, Hızır aleyhisselam olduğunu haber verdi.
Şeyh Şemseddin Sivâsi hazretleri zaferi müjdelemek üzere padişahın huzuruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:
Padişah: "Buyurun ey gönlümün sultanı" dedi
Şemseddin Sivâsi: "Vadini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezimete uğratan Allah'a hamd olsun. Ey benim padişahım! Eğer dinlerseniz birkaç kelime nasihat etmek isterim" deyince
Padişah: "Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstâdım ! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim" dedi.
Şemseddin Sivâsi: "Ey benim padişahım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halifesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızasını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Ayeti kerimelerde mealen: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız."(Enfal, 60) ve "71. Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut (gerektiğinde) topyekün savaşın."(Nisa, 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve itimad etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip askere ve cephaneye güvenilir ise, hezimet, yenilgi zuhur eder. Kalbden Cenab-ı Hakk'a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah'a hamd olsun. Ey padişahım! Bilesin ki, deden Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul'un fethine niyetlenince, Akşemseddin'in refâkati ve duası bereketiyle fetih müyesser oldu. Akşemseddin hazretleri: "Ey padişahım! Büyük fethin şükran ifadesi olarak nice cami, mescid, medrese ve hamamlar inşaa etmek gerekir" buyurmuştu. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed Hanın da, nice hayır ve hasenât yapmış olduğu mâlumunuzdur. Aynı şekilde, sizin de isminiz Sultan Mehmed, duâcınız hakirin, dahi ismi Şemseddin'dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zatiniz dahi, reâya (halk) ve fukarâ üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslam askerine ihsanlarda bulunup, her makam dindar, adaletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir" buyurdu.
Bu nasihatleri can kulağıyla dinleyen padişah III. Mehmed Han, şu cevabı verdi: "Bin can ile kabul ettim ve nasihatinize fazlasıyla riayet edeceğim"
Padişah, ordusuyla birlikte İstanbul'a döndüğünde, Şemseddin Sivâsi'nin İstanbul'da kalmasını ısrarla ricâ ettiyse de kabul ettiremedi. Şemseddin Sivâsi ihtiyarlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayatının son anlarını yaşadığını anladığından, ruhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin istedi. Sivas'a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve damadı olan Receb Efendi'yi vazifesine tayin etti. Şemseddin Sivâsi vefatlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgul olduktan sonra, duâ edip, ruhunu teslim etti.
Veliler, âlimler, salih kimseler, devlet adamları cenazesinde hazır bulundu. Cenazesi göz yaşları arasında: "Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir" denilerek musallaya konuldu. Cenaze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivayet edilir. Namazını amcazâdesi ve damadı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığındayken vasiyet ettiği gibi, Meydan Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır…
Kara Şems, yumuşak huylu, cömert, güler yüzlüydü. Fakirlerin yardımcısı, zayıfların, dulların, yetimlerin sığınağıydı. Eli açık, vermesi boldu. Mütevâzı, alçak gönüllü olup, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat ve merhametle davranırdı. Özür dileyenlerin özrünü kabul ederdi.
Anadolu'da yetişen evliyânın büyüklerinden olup gönüllere taht kurmuş olan zamânının bir tanesi olan Şemseddin Sivâsi hazretleri, zâhiri ve bâtini ilimlerde yüksek derece sahibiydi. Tasavvufta Halvetiyye yoluna mensuptu. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Çeşitli ilimlere dair manzum ve mensur (nesir) yazdığı kırka yakın eseri vardır. Farsça ve Arapçadan tercüme yapılmıştır. Eserleri iki ana grupta toplanabilir.
A) Manzum eserleri:
1. Divan-i İlahiyat
2. El-Fesayih fi Tercemet-il-Levâyih (Tasavvufi bir eserdir)
3. Hest Behist
4. Gülsenâbad (Çiçeklerin karşılıklı konusmalarıyla ilgili bir eserdir)
5. İbret-nümâ
6. İrsâd-ül-Avvâm
7. Kitâb-ül-Hiyaz min Sevbi Gamâm-ül-Feyyaz
8. Menâkib-i İmam-ı Azam
9. Menâsık-ı Hac (Hac için gerekli bilgileri ihtiva eder)
10. Mir'at-ül-Ahlak ve Müsevvik-ul-Esvak
11. Mir'at-ül-Esvak
12. Mevlid-i Nebî
13. Süleymân-nâme
14. Terceme-i İlâhi-nâme-i Seyh Attâr
15. Terceme-i Mantık-ut-Tayr-i Seyh Attâr
16. Terceme-i Pend-nâme-i Seyh Attâr
17. Terceme-i Kaside- Bürde'dir
B) Mensur (Nesir) eserler:
1. Cila-i Uyûnül-Arâis-ül-Mühadara
2. Dairet-ül-Usûl
3. Dürer-ül Akaid (Ehl-i Sünnet itikadını açıklayan bir eserdir)
4. El-Câmi-ün-Nüfus
5. Huccet-i İlâhiyye
6. Kıssa-i Mûsâ ve Hızır
7. Letâyif-ül-Âyat ve Nukus-ül-Beyyinat
8. Meclis
9. Menakib-i Çehar-i Yâr-i Güzin (Sevgili Peygamberimizin dört halifesini anlatır.)
10. Menakib-i Numan
11. Menazil-ül-Arifin
12. Nakd-ül-Hâtir
13. Risâlet-i Emr-i İlahi
14. Risâlet-üt-Te'vil
15. Serh-i Gazeliyyat-i Murad Han-i Sâlis
16. Serh-i Kavâid-ul-İ'rab il İbn-i Hisam
17. Serh-i Kelimetü Kumeyl İbn-i Ziyad
18. Serh-i Muhtasa-ül-Menâr
19. Umdet-ül-Edib fit-Teallumi vet-Te'dib (Farsça gramer kitabıdır)
Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsi hazretleri divânındaki kıymetli şiirlerinde, dünyanın fâniliğini, Allah adamına talebe olmayı, Peygamber efendimizin sünnetine sıkıca sarılmayı, ilâhi aşkı ve şükrü anlatır.
Kaynak: Evliyâlar ansiklopedisi (*)
Hazırlayan: Muhammed Faruk
(*) Veliler veya sadece Evliya denmesi gerekirdi(Evliya = Veliler)