*** BABAMI GÖRDÜN MÜ BABA? ***
(Bu yazı, Torlakon’un sıra dışı hayâtından kısa bir bölümün özetidir. Yazıda geçen kardeş henüz hayattadır. Ayrıntıya girildikçe, asıl trajedi ortaya çıkacaktır.)
Yoksul mu yoksul bir aileydi. Çocuklarını okutabilmek için köylerinden çıkmış ve uygun bir ilçedeki kiralık eve taşınmışlardı. Geçimlerini sağlayabilmek için kendisine bir balta edinen baba, ev ev dolaşıyor ve az bir ücret karşılığı odun kıyıcılığı yapıyordu. Bu ilçede orman ve ağaç işleri yaygındı. Kendi köylerinin bağlı olduğu ilçeye taşınsalardı, baba böyle bir iş edinemezdi…
Torlakon ailesinin de kirada oturuyor oldukları mahallede yakın komşuydular. Çocuklar okula birlikte gidip geliyorlardı. O günlerde Torlakon 10, Ramazan 13, Ramazan’ın kardeşi de 8 yaşındaydı. Her iki kardeş de derslerinde oldukça başarılıydı. Özellikle Ramazan, resim konusunda çok başarılıydı ve değme ressamlara taş çıkartırdı…
Günlerden bir gün ilçenin yukarı mahallesinde baş belâsı bir şahıs, küçük kardeşe musallat olmuş; onu dövmek ve kötülük yapmak istiyordu. Çok sâkin ve uysal tabiatlı olan âbi Ramazan araya giriyor, hem kavgayı önlemeye hem de kardeşini korumaya çalışıyordu. Bu durumdan sıkılan belâ şahıs eline bir taş aldı ve âbinin başına vurarak kaçtı. İşte o anda âbi, ömrünün en son bilinçli çığlığıyla “VAY ANAM!” deyip yere yığıldı… Kan revan içinde yolun ortasına baygın düşen âbisine yardımcı olmak isteyen kardeşinin de “ÂBİM! ÂBİM!...” diye eğilip ağlamaktan başka elinden bir şey gelmiyordu… O yıllarda ilçelerde henüz polis yoktu. Hızla jandarma karakoluna koşan Torlakon, durumu dile getirdi. Fakat o anda da askerler başka bir olayın peşinde olduklarından, karakolda sâdece nöbetçi ve mutfakçılardan başka kimse kalmamıştı. Yeniden olay yerine dönüyordu ki, ayılmış olan âbisinin koluna giren kardeşi, onu evlerine doğru taşımaya çalışıyordu. Hep birlikte gittiler…
O olaydan sonra Ramazan’ın hayâtı tamamen değişmişti. Çünkü hâfızasını kaybetmişti. Kendisine vuranı da büyük bir ihtimalle tanıyor fakat hatırlayamıyordu. Derslerine çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor; “Kafama girmiyor!” diye de sızlanıp duruyordu… Okuduğu ortaokulun ikinci sınıfında iki yıl üst üste bütün derslerden kaldığı için de okuldan atılmıştı. O artık ailesinin koruyup gözetimine muhtaç bir özürlü olmuştu… Onun bu durumunu bilen bâzı muzip herifler “Ramazan karakolca aranıyor!” diye bağırdıklarında hızla kaçar, gizlenecek yer arardı… Küçük kardeş ortaokulu bitirdiğinde de hiç beklemeyip kendi köylerine dönmüşlerdi… Böyle bir durumda yapılacak olan şey belliydi; baba, köyün sığırını güdecek, mecnun Ramazan da ona yardım edecekti…
Ne zor bir durum, hâfızayı yitirmiş olmak; bütün bildiklerini bir anda unutmak, etraftaki her şeyin ve herkesin yabancısı olmak… Baba “Ben senin babanım yavrum, baban!” dediği için, bütün erkeklere ‘baba’ demek. Ana “Ben senin ananım yavrum, anan!” deyip durduğu için de, bütün kadınlara ‘ana’…
Çileli baba ölür günün birinde, gömerler. O sırada sığırların başında olan Ramazan’a haber vermeyi uygun görmezler. Fakat o, çevresinde bir kayıp olduğunun farkındadır; “Babamı gördün mü baba?” diye sorar her önüne gelene. “Baban cennete gitti” deyip geçiştirmek isterler, sorusunun devamı gelir; “Beni niye götürmedi?”, “Ben ne bilem cennetin yolu ne yanda?”… Garip anacığının ölümündeyse olanları yakından izler ve onun gittiği cennetin yolunu bildiği için sormaz…
Kimsesizliğin, yoksulluğun üzerine bir de mecnunluk bindi miydi, sorma gitsin! Onun bütün yükü ve bakımı kardeşinin üzerindedir artık. Kardeşinin hanımı, pişirdiği aşa iki kaşık da onun için ekler, dünyanın çilesini birlikte çekmeye çalışırlar… Bir gün duyarlar ki devlet yoksul ailelere koyun yardımı yapıyor, gerekli başvuruyu yapıp 10-15 koyun edinirler. Koyun olur da onun olduğu yerde bereket olmaz mı; bir yandan ihtiyaçları için satıp, öte yandan da kestikleri halde artmaya devam eder… Fakat önemli bir sıkıntı vardır; bu gariplerin toparlanmasını istemeyen bâzı köylüler, kimsesizliklerini de fırsat bilerek korkutup mallarını ellerinden almak istemektedirler. Sürekli olarak taciz edip rahatsızlık verir dururlar. Bu durum da Torlakon’un kulağına gider…
“Herkes insan değildir. İnsan, cana yapılan haksızlık kendisine yapılmış gibi tepki veren canlıdır.”(Torlakon öğretisi)
O günlerde bir vadiyi mesken edinerek inzivâ hayâtı sürdürmekte olan Torlakon, doğada hayatta kalmanın yanı sıra, 12 Eylül 1980 darbesiyle aksayan gerilla teorisyenliğinde uzmanlaşma çabasındadır. Zehirli gazlar konusunun ardından NBC (Nükleer, Biyolojik, Kimyasal) de hâllolmuş, tıbbî istihbarat konusunda hayli yol katedilmiş, yakın savunmanın incelikleri de ince elenip sık dokunmaktadır… Askere gidecek olan delikanlılar onun yanına uğrayıp bir hafta kadar, bir kısmı teorik, bir kısmı da uygulamalı ders almaktadırlar: Patlayıcı düzenekleri, her evde bulunabilen malzemelerle patlayıcı hazırlanması, tuzaklama yöntemleri, taktik akın, pusu, baskın, kaçma, kurtulma… Doğada yenebilecek ve yenemeyecek şeylerin ayrımı, silahsız avlanma yöntemleri, barınak hazırlanması, su elde edilmesi…
Siyah bir bere, siyah parka, siyah pantolon ve siyah botlar içinde bir akşam o köye iner. Çocukluk arkadaşıyla birlikte köydeki bütün kahvehanelere uğrayıp birer çay içerler. İlk defa gördükleri bu karalar içindeki adam onları bir hayli tedirgin etmiştir. Kahvedeki olağan konuşmalarının tonu düşmüş, nabızlarının şiddeti ise yükselmiştir. Bâzılarının çay içerken genizlerine kaçırıp öksürük kırizine tutulmaları gözden kaçmamaktadır. Kanlı gözlerle çakırkuşu gibi bakan bir karanlık adamın bulunduğu ortamlarda böyle durumlar olağandır… Torlakon o gece o köyden ayrılmış olsa da, etrafta dolaşan her karaltı o olabilir… Böylelikle köydeki kötü niyetlilerin davranışları değişmiş ve yelkenleri indirmişlerdir…
Bu arada, vilayetteki bürokrat ve siyasiler, dönemin cumhurbaşkanının kurmaylarına “yakın koruma” olarak tavsiye ettikleri için sürdürülen güvenlik soruşturması da sonuçlanmıştır. Karar belli olmuştur ve olumsuzdur. Sebep de güvensizlik değil, kapristir. “Bu kadar tahsilli biri yarın öbür gün kapris yapabilir.” demişlerdir. Oysa Torlakon, kapris denen şeyin araba markası mı yoksa ayakkabı boyası mı olduğunu bile bilmez…
Köyde ortalık duruldu da işler yoluna giriyor derken Ramazan hastalanır. Götürüldüğü hastane İzmir’e sevk eder. Yapılan tüm müdahâleler başarısız kalır ve garibin çilesi ölünce de bitmez. Görevliler “Siz zahmet etmeyin, biz burada kimsesizler mezarlığına defnederiz.” derler. Belki de organlarını değerlendirmeyi düşündüler, kim bilir?...
Fakat kardeş itiraz eder;
“Kimsesiz değil ki o! Henüz ben ölmedim!”
Koyunlardan ikisini satarak bir araba tutar ve getirir âbisini İzmir’den. Anne-babasının yanına defneder; kavuşturur onlara cennette… Fakat o köyün taşına ağacına işlemiş bir ‘garibin garip sorusu’ çınlamaya devam eder;
“Babamı gördün mü baba?!...”
(Torlakon, Türk Savunma Sanatı ve Hayat Felsefesidir.)