Türkiye’de Nil Kazı Görüldü
Bilimsel adı “Alopochen aegyptiaca”, asıl vatanı Nil havzası olduğu için “Nil kazı/ördeği” veya “Mısır kazı” da denilmekte. Afrika’daki sömürge dönemlerinde bu güzel kuş İngilizler tarafından Avrupa’ya getirilip üretildikleri için zamanla sayıları binleri bulmuş ve mevsim şartlarına göre yatay göçler yapar olmuşlardır. İşte bu yazıya konu olan da, Avrupa’yı bastıran ağır kış koşullarında barınamayıp, ülkemiz üzerinden doğuya doğru yatay göç eyleyen ve ender olarak rastlanabilen bir kuşun anısıdır…
Eskiden pek nâdir de olsa, doğu Akdeniz kıyılarımızda(özellikle kurumadan önce Amik gölünde) ve Güneydoğu Anadolumuzda rastlanabilen bu güzel, dost canlısı, vefâ ve sadâkât âbidesi kuşu görmeye yıllardır hasret kalmıştık. Doğamızın renklenmesi ve şenlenmesi yolunda umutlarımızın bir tomurcuk daha vermiş olmasıyla sevindik…
“Doğayı sevmek doğamızda var; sevdiklerimizi korumak da doğamızda olmalı.”(Torlakon öğretisi)
Suna, Angıt ve Nil kazı… Ördekler ve kazlar arasındaki geçiş türlerinden… Bu yüzden, kimileri “Ördeksiler” diyor onlara, kimileri de “Kazsılar”… Fakat kim ne derse desin, “Vefâ âbideleri”dir onların adı benim kitabımda… Ve bu yazının asıl yazılma nedeni de “vefâ” denilen şeyin aslının nasıl bir şey olduğunu kuşlardan öğrenmek ve insanlığımızı biraz sorgulayıp hâlimize ağlamaktır…
Suna(Tadorna tadorna) hem yerli kuşumuzdur ve hem de kış göçmeni olarak yurdumuzda görülür. Renklerinden dolayı “Kuşaklı ördek” veya “Hanım ördeği” diye de anılır. Adına yakılmış olan pek çok Türkümüz vardır. Kimi zaman “sevgili” kendisi olmuş, kimi zaman da sevgilinin adı, mahlası olmuştur… Bundan yıllar önce çok ağır bir kışta bizim göle sığınan birini bir süre beslemiş fakat soğuktan donarak ölümüne engel olamamıştım. Buzlar arasında bir tüy demeti gibi duran hayâli hâlâ gözlerimin önünde, acısı da yüreğimde taptaze çöreklenip durmakta…
Angıt(Tadorna ferruginea) yerli kuşumuzdur ve sulak alan bulunduran her bölgemizde görülebilir. Diğer iki türümüze göre halkımızca daha tanıdık bir kuşumuzdur. Adına “Angut” diyenler de bulunmakta olup “aptal” anlamında argoya da bulaştırılmıştır. Vefâsı, sadâkâti uğruna, ne pahasına olursa olsun eşini terk etmediği ve avcıların kurşunlarına hedef olup ölmeyi göze aldığı için “angut” damgasını yemiştir. Halbuki aptallık(!) etmeyip de, Âdemoğlu gibi uyanıklık etse ya! "Önce can, sonra cânan" diye kaçıp gitse ya! O kaçmıyor. Angıt işte n'olcek(!)…
Nil kazı(Alopochen aegyptiaca); duruşu, diğerlerine göre daha iri ve bacaklarının da daha uzun oluşu gibi nedenlerle daha kazsı görüntü verir. Fakat her üç türün de isimleri veya cisimleri nasıl olursa olsun, ilkeleri birbirinin aynısı gibidir; tek eşlidirler ve ölünceye kadar da eşlerini terk etmezler. Eğer doğada tek başlarına görülürlerse bilinmelidir ki, eşleri artık hayatta değildir…
İşte bizim göle sığınan garip de, onlardan biri… Dört ay kadar misafirimiz oldu. Attığım yemleri, Sakarmekeler ve Sutavuklarıyla paylaştı durdu. Diğerlerinden daha dost canlısı olduğu için ilk önce o uçup geliyor ve karnı doyunca da efendi bir şekilde uygun kıyıya çıkıp güneşlenmeye gidiyordu. Yemleri atıştırırken kesinlikle gücünü diğerleri üzerinde baskı aracı olarak kullanmıyor, kıskançlık duygusu da hiç taşımıyor ve kardeşçe bölüşmenin dersini veriyordu…
Günün birinde onu görememiştim. Oysa ufukta beni görür görmez derhal uçar gelirdi. Her zamanki çığrışlarıma da yanıt alamamıştım. Attığım bütün yemleri de diğer komşuları kapışmaktaydılar. Belki daha başka şeyler görebilirim diye gölün yukarı ucuna doğru yürümüş fakat herhangi bir hareket göremeyip geriye doğru dönüyordum ki, feryâdı kopardı ve “Eyvah! Eyvah!” der gibi yanımdan uçup geçerek, yem attığım kıyıya kondu. Ben onu göremesem de o beni görmüş ve elimde de bir şey göremeyince “Eyvah! Yemek vaktini kaçırdım!” diyerek feryatta ve telaşta idi… Merakla koşup vardığımda, ona hiçbir lokma kalmamış olduğuna üzülmüş ve ceplerimin köşelerinde bir kırıntı bulur muyum diye de umutsuzca karıştırıp durmuştum… Ona karşı mahçup bir şekilde dönüp gitmiş ve daha sonraki günlerde de yemlerin hepsini bir defada dökmemiş, bir kısmını da sonraya saklar olmuştum…
Hisleri ve algıları çok güçlü olduğu için, bölgeye bir yırtıcı veya yabancı geldiği zaman derhal gür sesiyle uyarıda bulunurdu. Fakat kesin olan bir şey daha vardı ki; yemlenme dışındaki tüm zamanlarda, eşinden yoldaşından bir haber alabilmek için ufku gözleyip duruyordu… Hanı bizim Türkülerimizde yüzyıllardır gurbetten, sıladan haber alabilmek için, uzak diyarlardan dağları ovaları aşıp gelen turnalara sorulur durulurdu ya!… O zamanlar henüz “örövizyon” denen maskaralıklar, “kıl oldum âbi” türü zırvalıklar yoktu ya!… Tam dönüp gidiyordum ki, yine bir feryat kopardı. Kanatlarını açmış, gözünü yukarılara dikmiş ve tüm gücüyle çığırıyordu. O yöne baktığımda, bir Kara leyleğin yaklaşmakta olduğunu gördüm. Döne döne alçalmış ve bizimkinin yanıbaşına konmuştu. “N’olur bir haber!” dercesine çığıran ve ardına kadar açtığı kanatlarıyla çırpınan bizimkinin hâli yürekler paralayan ve ibretlere boğan cinstendi. Neyin ne şekilde sorulup hangi cevabın alındığını bilebilmem mümkün değildi elbette fakat, o gün kameramı yanımda bulundurmayıp, o ibretli durumu da kaydedemediğim için hayıflanıp durmuştum…
Ölünceye kadar sâdık kaldıkları eşleri sevdikleri için canlarını sebil eden bu kuşlar, sevdiklerinin ardından yas tutup gözyaşı döken birkaç canlıdan biridirler… Televizyonun henüz siyah beyaz olduğu dönemlerde, yaban kazlarını konu eden bir doğa belgeseli izlemiştim. “V” şeklinde göç etmekte olan ve en öndeki kılavuz yoruldukça, arkada uçanlardan biriyle sırasıyla yer değiştirip durduğu sürüdeki bireylerden biri halsizleşerek gerilerde kalmış ve yalpalaya yalpalaya uçmaya çalışarak bir sulak alana düşmüştü. Onun feryatlarına ilgisiz kalamayan eşi, sürünün önlerindeki yerinden ayrılmış ve dönüp gelerek yanına inmişti. Kurşundan zehirlenmiş olabileceği anlatılıyordu. Yanına gelen eş, bir şeyler yapamıyor olmanın çaresizliğiyle kıvranıp duruyordu. Sıcak nefesini ensesine üflüyor, kanatlarından tutup kaldırmaya çalışıyor, bir yandan da “Haydi n’olur bir gayret!” der gibi çığırıp çırpınıyordu…
Cankurtaran filan çağıramaz, alıp hastaneye de götüremezdi. Zehirlenen kanı çekerek, kendi kanını ona verip kurtaramazdı da. Onunla birlikte acışır, sancısını da bölüşebilirdi sâdece… Neden sonra eşi son nefesini verdiğinde bastı feryâdı. Bir yandan boynuna sarılıp çığlıklar atıyor, bir yandan da sicim gibi yaşlar göz pınarlarından boşalıyordu. Ağladı, ağladı, ağlattı… Daha sonrasını ıslak gözlerle izlemeye çalışıyordum. Ve en sonunda o an geldi. “Ölenle ölünmüyor” denilen an. Karar verilmesi gereken an… Ufukta kaybolup gitmekte olan sürünün cılız sesi çalındı kulağına. Bir sürüye doğru baktı yaşlı gözlerle, bir de cansız düşen eşine doğru… Son kez eşine doğru eğilip(Mahşerde buluşuruz mu dedi ne) bir şeyler söyledikten sonra havalandı ve düştü sürünün ardına. Daha fazla kaybedilecek zaman yoktu. Aksi takdirde yapayalnız kalınır, ya kurduna yem olunurdu yabanın, ya da kuşuna…
Bizimkisi de işte böyle bir yalnızlığa uğrayışın ızdırâbıyla kavruluyor, eşinin yoldaşının hasretiyle yanıp tutuşuyordu… Benim görmediğim zamanlarda kim bilir neler yaşandı bilinmez fakat, o böyle ufuklarda yol gözleyip dururken, kendi cinsinden bir çift uçup geçti yükseklerden. Öyle çığlıklar attı ki onlara doğru, yürek dayanır cinsten değildi. Hiçbir karşılık alamayınca uçup, bir umutla takıldı peşlerine. Sekiz on kilometre kadar izleyip yetişmeye çalıştı. Fakat onlar bizimkine hiç mi hiç pas vermemişlerdi. Öyle ya; herkesin bir kurulu düzeni vardı. Böyle bir “dul”u aralarına alıp da huzurlarına halel gelmesini isteyemezlerdi ya…
Umutları kırılmış, boynu bükük, mahzun bir halde geri dönüp geldi bizimkisi. Acıştım, yüreğim yandı garibe. Ona eş, yoldaş olabilmek için, kaz olasım geldi…
(Filozof TORLAKON)