"Kullar Cennet'e Tanrı'nın yardımıyla, Cehennem'e ise kendi gayretleriyle girerler."(Torlakon öğretisi)
Yolsuzluklar, haksızlıklar, terör olayları, geçim dertleri, işsizlikler, ekonomik çöküntüler, yönetim boşlukları ve siyasi çalkantıların kol gezdiği bir zamanda, yolculuk yaptığım otobüsten gördüğüm yola yakın koca inşaata bakıp da "Her şeye rağmen iyi şeyler de oluyor bu ülkede" diyerek sevinmiştim. Etraftaki çok yüksek duvarlara ve kulelere bakarak da "Çok önemli şeyler üretilecek olmalı ki, güvenliğe de bu kadar önem veriliyor" diye düşünmüştüm. Bu devasa yapı harika bir fabrika olmalıydı.
Burada insanlarımız:
Bir şeyler üreterek ülke gelişimine katkıda bulunacak;
Evlerine götürebilecekleri sıcak ekmeğin parasını kazanacak;
Çocuklarını sevindirebilmek için, ceplerine harçlık koyacak veya hediye götürerek yüzlerini güldürebilecekler diye yüzüm gülmüştü.
Fakat o da ne?!!!
Bir başka zamanda yaptığım yolculukta gördüğüm manzara karşısında yıkılmış, perişan olmuştum. Sanki babamı kaybetmişim gibi derin bir hüzün çökmüştü yüreğime. Çünkü o yapı bir fabrika değil, hapishane inşaatıymış.
Buraya gelen insanlarımız bir şeyler üretmeyecek, ömür tüketeceklermiş.
Evde bıraktıkları yakınlarının yüreklerini, özlem çeke çeke çökerteceklermiş.
Burada hayatta kalabilmek için ödedikleri haraçla, evdekilerin birikimlerini bitireceklermiş.
Öyle acı çekeceklermiş ki buraya düşenlerin kimileri:
Dudakları, burunları, kulakları kesilecek;
Gözleri oyulup çıkarılacak;
Karınları deşilerek bağırsakları dökülecek;
Derileri diri diri yüzülecek ve;
İşkence göre göre itiraf(?) kasetleri doldurtulduktan sonra öldürülerek, pencerelerden aşağıya atılacakmış.
Olaylara şahit olan birçokları da, akli dengelerini yitirecekmiş.
Kısacası; Yirminci yüzyıl başlarına damgasını vurmuş olan "Ermeni vahşeti" sahneleri,
2000 yılı Türkiye'sinde de görülecekmiş…
Böyle adaletin …!...
. . .
Önceleri ismi cismi pek duyulmayan bu hapishaneye günün birinde ülke gündeminden hiç düşmeyen bir çete gönderilir. Geçimini ve yükselişini haraca dayalı olarak sürdürmekte olan bu çete için eleman satın almak da hiç zor olmaz. Mahkumların 200 kadarı(yaklaşık olarak tümün yarısı) çetenin yanında yer alır. Fakat, çete için asl'olan; derhal silahlanıp cezaevindeki denetimi ele geçirmektir. Çünkü; silahı olmayan bir çete hayatta kalamaz…
Buzdolabı içinde cezaevine sokmak istedikleri 4 tabanca, 80 mermi ve 2 cep telefonu girişiminde başarısız olurlar.
Çete kitabında "Çözümsüzlük" diye bir şey olmayacağına göre, tez elden bir başka yol denenmelidir. Hayır-hasenat(!) yöntemine kimsenin itirazı olmaz:
Mahkumların iyi beslenebilmesi için bolca koyun kestirilecektir. Koyunların alımı sırasında seçici davranan çete "KOCAKUYRUKLU" olmalarına özen göstermektedir. Çetenin operatörleri(?) bu kuyrukların içindeki yağı alarak oluşturdukları hazneler yoluyla cezaevine malzeme ulaştıracaklardır. Ve okkalı bir kuyruk; 2 tabanca, yeteri kadar mühimmat, cep telefonu vb içerip taşıyabilmektedir…
Pompalı tüfek, tabanca, pala, döner bıçağı vb her türlü kesici-delici silahla donanan çete kısa sürede cezaevi hakimiyetini ve tüm koğuş anahtarlarını ele geçirir. Çete misafirlerinin görüşme yeri cezaevi müdürünün makamıdır. İçerideki mahkumlar aracılığıyla yakınları ve neredeyse tüm vilayet insanı haraca bağlanır. Direnmeye çalışanlara işkence uygulanır, zorla senetler imzalatılır…
Kısacası; uyduruk suçlardan içeri tıkılan vatandaşlar, arenadaki vahşi hayvanların önüne atılan kölelerin durumuna düşürülürler.
Böyle adaleti icat edenin …!...
. . .
Cezaevinde bunlar olurken, ülke genelinde de büyük bir sahtecilik operasyonu başlatılmıştır. Paravan 300 şirket, katrilyonu bulan yolsuzluk, şu anki Meclis Başkanı'nın dahi adının karıştığı 150 dolayındaki zanlı soruşturulmaktadır. Olayın bu denli büyük çaplı olması nedeniyle, operasyon ismine de en büyük hayvanın adı verilmiştir… Bu yolsuzluk olayının elebaşılarından olan ve "Hayali ihracatın 4 profesörü" arasında sayılan bir şahıs da, cezaevinde yaşanacak felaketin as oyuncularından biri durumundadır:
Hayali ihracat yoluyla elde ettiği 10 trilyon liranın bir bölümüyle, vilayetin en önde gelen ve darboğaza düşmüş olan sanayi kuruluşunu satın alır. Bu kuruluş ki; vilayette üç yıl üst üste "Kurumlar vergisi rekortmeni" olmuştur. Ammavelakin; ülkedeki yönetim zaafları, darbe patırtıları, ekonomik çalkantılar nedeniyle krize düşmüş ve netice olarak da eşkiyanın eline düşmüştür… Kurumu 1.1 trilyon liraya satın alıp, 500 milyarını ödeyen ve 600 milyarını da ödememekte direten bu "hayalici", hak sahiplerinden birinin kardeşini ayaklarından vurdurtur. Hak sahiplerini vurmak için de üç tetikçi buldurur… Ülkedeki kanunların ve adaletin yaptırıcılığından umudunu kesen kurum eski sahipleri de çözümü, mafyadan yardım istemekte arar. İki ortak, mafyanın altı adamıyla beraber kurumu basar ve "ödeyeceğim" sözünü aldıktan sonra da bırakıp giderler.
Fakat polise ihbar gecikmez ve bu sekiz kişi, çetenin hakimiyetindeki cezaevine konulur. Tam da bu noktada ortaya atılan iddialarla olayın seyri değişir. Satmak zorunda kaldıkları fabrikanın parasını almanın derdinde olan insanlar, çeteyi öldürmek için cezaevine kasten girmişler mesajı verilir.
Çetenin avukatı; "Müvekkillerime cezaevinde eylem girişiminde bulunmak için kendilerini tutuklattılar." der.
Avukat dışarıdan, yolsuzluk nedeniyle tutuklanan "hayalici" de içeriden dolduruşa getirir.
Bu durum karşısında paniğe kapılan ve 200 kadar mahkumu zaten kendine bağlamış olan çete, başka hapishanelerdeki 20 kadar yandaşını da yanına ister. Demek ki, sekiz silahsız mahkumla baş edebilmek için, silahlı 220 eleman gerekmektedir(?). Bu talep birkaç gün içinde yerine getirilmeyince de, silahsız mahkumların üzerine geceyarısı saldırırlar. Koğuş kapılarını kırarak vahşete girişirler. Öldürülerek pencerelerden atılanların altısı ile, öldü sanılarak atılan iki kişi saatlerce işkenceden geçirilmiş, gözleri oyulmuş, dudakları- burunları- kulakları kesilmiş, karınları deşilip bağırsakları dışarı çıkartılmış haldedir. Cezaevinin içiyse mezbahaya dönmüş durumdadır… Olaylarda 5-6 kişinin öldüğünün söylenmesi üzerine dellenen ve içeriye ilk girenlerden biri olan tanıdık komutan; "Ne beşi, altısı! Yerde yatan 49 ölüyü ben saydım! Kalorifer kazanında yakılanların sayısı belli değil!..." diye çıkışır. O belki sözün gelişi olarak böyle söyledi fakat, olayların vahameti açısından ibret verici bir çıkış…
Halbuki, Jandarma Genel Komutanlığı tarafından 2,5 ay önce Adalet Bakanlığı'na sunulan raporda "Eğer çete başka cezaevlerine nakledilmezse, çok korkunç olayların olacağı" uyarısı bulunmaktadır.
Olayların ardından olağanüstü toplanan Bakanlar Kurulu "Çete hesaplaşması olduğu" kararına varır. (Sizin kararınızı Çopur Musa sevsin emi!...)
İl Valisi; "Cezaevini iki aydır çete yönetiyordu. Cezaevi anahtarları da onlardaydı." der.
Adalet Bakanı'nın söyledikleriyse tımarhanedekilere şenliktir:
"Adamlara içeride hakim olamıyoruz. Dışarıya istediği gibi emirler verebiliyorlar. Çete ve adamları, yöre halkını da haraca bağlamış. Cezaevini karargah gibi kullanıyorlar."
"Peki bayım! Sizler orada e..ekbaşı mısınız?!..." diye soran olmaz.
Şair der ki:
"Madem çoban değildin, arkandaki sürü ne?
Bizi bu hale koyan, sürüm sürüm sürüne?"
Böyle adaleti icat edip uygulayanın …!…
. . .
Gelelim zurnanın "zart" dediği yere.
Bizim ahbaplardan birinin oğlu, emmisinin kızını kaçırmak suçundan düşer bu hapishaneye. Olayların tümüne de yakından şahit olur. "Başına bir hal gelmesin" diyerek de çeteye her gün için bir milyar "çorba parası" ödemek zorunda kalır. Köylü ahbabımız oğluna tek parça olarak yeniden kavuşabilmek için haraca katlanır. Atölyesini, bahçesini, beygirini, tarlasını, tırpanını nesi varsa satar; sıfırı tüketir. Bir hafta içinde kar gibi ağarır saçları. Oğlunun hapiste kaldığı üç ayı aşkın süre için çeteye ödediği para 90 milyarın üstündedir. Bir tek köylü vatandaş bu kadar meblağ ödemişse, haraca bağlanmış olan bu sanayi vilayetinden devşirilen paranın ne kadar devasa olacağı tahmin edilebilir. Basına yansıyanlar "bir trilyon lira" şeklindedir. Oysa bunun çok daha kabarık olacağını söylemek abartı olmaz…
Bizim ahbabın ahvaline gelince:
Emmi kızı çok pahalıya patladı; kilosu 2 milyarı buldu.
Her şeylerini kaybedip, cıscıbıldak kaldılar.
Kardeşler ve evlatlar birbirine hasım oldular.
Üstüne üstlük, ruh halleri de bozuldu…
Ah ulan ah diyesi geliyor insanın;
Emmi kızını kaçıracağına, Soğan Holding'in kızını kaçırsaydın bari!
Milyar dolarlık damat olma ihtimalin bile vardı.
Belki de TÜSİAD Başkanı filan olabilirdin, kim bilir?
Ne diyelim? Kader utansın mı diyelim?
Hep der dururum ya:
Adaleti ben de gördüm.
Ya mahkeme duvarında yazıydı, ya da parti-pırtı-zıpırtıya bağırtı(slogan).
Kimi zaman da isim olurdu ona, buna, şuna.
Mazlumlar hep ağlar; çok ucuz cezayla kurtulan zalimler de,
"Yaşasın adalet!" diye bağırıp gülerdi.
Böyle adaleti icat edip uygulayanın yedi sülalesini …!
Diyesim gelir. Ammavelakin;
Ah edebim! Edebim! Elvermiyor edebim!..
En iyisi Karac'oğlan usulü söylemek:
Ben adalete adalet demem!
Zamanın Adalet Bakanı da aynı kalorifer kazanına atılmadıkça!…
10 Haziran 2008
Türk Filozof TORLAKON