Yörüğün Ölümü Ottan Olur
(Bu yazı, Bulkaz Dağlarında karaçadırda doğan ve son Sarıtekeli Yörüklerinden olan A. KOLUKIRIK’ın anlatımlarına dayandırılarak kaleme alınmıştır. 1964 yılı Kasım ayının 19’u Perşembe günü başa gelen bu acı olay hakkında duyumu ve duygusu olanların yorumunu bekliyorum. Selam, sevgi ve saygılarımla…)
Kışlaktan yaylağa yola koyuluş, turnaların gelişinden(nisan ayı başları) bir ay kadar sonra olurdu. Yaylaktan kışlağa dönüş ise, turnaların gidişinden(ekim ayı başları) bir ay sonraya vardırılmazdı… O yıl güz ayları oldukça kurak geçtiği için, bol otlu yaylalarda bir gün daha kalabilmenin hesabındadır Sarıtekeli Yörükleri. Kara kışın her an bastırabileceğinin de bilincindedirler. Nasip olursa Cuma günü kurulan Sinanpaşa(Sincanlı-AFYON) pazarında alışveriş eyleyip, 21 Kasım cumartesi günü de çadırın kazığını sökeriz derler. Fakat nasipte yazılı olan yazgılar bambaşkadır…
Ege Bölgesinde yerleşik olan Sarıtekeli Yörükleri, dünyanın en büyük ikinci kanyonu(75 Km) olan Karahallı-Ulubey Kanyonu’nun iki yakası boyunca yol eyleyerek, İç Ege’deki yaylalara göçerler. Aydın-Denizli-Manisa yörelerinden (Kuyucak-Buldan-Güney) ve (Ödemiş-Alaşehir-Sarıgöl-Eşme) ekseninden doğuya doğru ilerleyerek, Hasköy-Kırkyaren-Kavaklı-Paşalar-Külköy-Coğuplu merâlarında konup göçe göçe, Akdere yolundan Bulkaz dağlarına ve ardından da Kızıldağ üzerinden Ahır Dağının zirvelerine son olarak çakarlar karaçadırlarının kazıklarını… Bu dağın gedikleri Yörük mezarlarıyla doludur. 1930'lu yıllarda 100-150 kadar karaçadır barındırırken, şimdilerde hemen hiç kalmamış denebilir… Annacındaki Bulkazdağlarının zirveleri bile odunsuz bırakmazken, Ahır Dağı da otsuz bırakmaz. Ee, adı üstünde “ahır” dağı…
Kışlağa dönüş yolları ise; Balcıdam-Düzkışla-Ahat-Susuz-Karaboyalık-Kökez-Budaklar-Karayakuplu-Avgan-Ulubey-Eşme üzerinden, yani, kanyonun karşı yakasından olmaktadır… Bu göç yolları üzerinde bulunan isimsiz ve sahipsiz mezarlar “Yörük mezarı” diye bilinir hep. Büyük çoğunluğu define arayıcıları tarafından talan edilmiş ve her bir yana saçılmıştır gariplerin kemikleri. İşte bu; Türk’ün öz yurdunda garip edilişinin ibretlik özeti gibidir. “Garibin mezarı nerde bilinmez; bir çalıdır mezartaşı garibin” Türkü’müzdeki dikenli bir “çalı”ya imrendirircesine…
Koskoca Osmanlı İmparatorluğunu karaçadırlarda kuran ve fakat, hep ihmâl ve kaderine terk edilmişliği yaşayan Yörükler, Türkiye Cumhuriyetini kurma yolunda da hep ön saflarda çabalayıp can verenler olmuştur. Okuma yazmaları ve maddî varlıkları pek olmadığı için, vatan için ölme konusunda en önlerde oldukları halde, devleti yönetme sırasında en sonlardadırlar… Varsıllar malla öderler “bedel”i, yoksullarsa canla… Yörükler "canla" ödeyenlerdendirler… Zâten, cüzdanı elverse bile, yüreği elvermez askerlikten kaçınmaya Yörük insanımızın. Onların varlığı, milletimizin özgürlüğünün güvencesi demektir.
Büyük Önder ve Son Başbuğ Atatürk’ümüzün;
“Arkadaşlar! Gidip , Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki, bu dünyâda hiç bir güç ve kuvvet asla bizi yenemez!.” diye şiddetli uyarısına rağmen, sürüp gitmektedir Yörüğün sahipsizliği ve garipliği. Şehit düşen oğulun, askerlik öncesi çekilmiş tek bir fotoğrafı bile yoktur, haber sayfalarına koymak için. Cep telefonuna kontör alacak parası olmadığı için, son kez ailesiyle görüşüp “hakkınızı helal edin” diyemeden sessizce toprağa düşer gider…
“Ne zaman adam oluruz?” diye bir soru sorulduğunda verilecek en kestirme cevap “Torlakon öğretileri hayâta geçirildiği zaman!” şeklinde olmalıdır. Çünkü o öğretiler Yörüğün yüreğinden, Türk’ün yüreğinden, insanlık-adamlık derdinde olan bir canın yüreğinden yansımaktadır… Vatan için can verenin yerine kendimizi koyduğumuz zaman; “kul hakkı” denildiğinde titrediğimiz zaman; sevdiğimizin tükrüğünü hazmedebildiğimiz halde, sokağa tükürülmesini hazmedemediğimiz zaman adam oluruz…
İşte o 19 Kasım 1964 târihli karagünün öğle sonrası, şıvgın şeklinde fırtınalı bir sağanak yağmur yağar ki; zemheride dereye düşmüş gibi ıslatıp titretir bedenleri. Şiddetli poyraz jilet gibi keser elleri, yüzleri… Akşama doğru da lapa lapa kara dönüşür ve iki gün boyunca da hiç durmadan yağar. Yıllar yılı memleket böyle bir yağış ne görmüş ne de duymuştur bu mevsimde. Başlar çadırlardan dışarı çıkarılamaz olmuştur. Kimi yerlerde iki metreyi aşan karların ağırlığına dayanamayıp göçer bâzı çadırlar. Ege’nin ovalarına bile, diz boyunu aşan seviyede kar yağmıştır… Okullar açıldığı için, okul çağında çocukları olan ailelerden bâzı büyükler, bir ay kadar öncesinden yerleşim yerlerine dönmüş; çadırlarında yalnız kalanlar da akrabalarının çadırlarında konaklar oldukları için 12 karaçadırdan 5-6 çadıra düşülmüş; 50-60 kişi varken, 35-40 kadar kişi kalmıştır. Sürülerin yanında ise 10-12 kadar çoban bulunmaktadır…
Çadırlardan 500 metre uzakta bulunan sürülerden birinin başında bulunan Deli Ahmet, yoğun karda sürüsüyle birlikte sığınıp mahsur kaldığı ormanda iki gün boyunca donmamak için direnir. Sırtında sâdece paltosu vardır ve sağanak yağışta adamakıllı ıslandığı için de sırılsıklamdır. Ateş yakabilmek için deli divâne olur, döneler durur. Cebindeki paraları bile yaktığı halde bir türlü tutuşmak bilmemektedir ıslak otlar. Kardan önce yağmur yağmamış olsaydı, belki bu kadar inatçı olmayıp tutuşacaklardır. Çaresizce sığındığı koyunların arasında donmamak için direnip, karın dinmesini bekler. Ve iki gün sonra sürüyü bırakarak çadırına dönebilmeyi başardığında, ayakları kangren olmak üzeredir. Şişip moraran ayaklarını çıkarmak mümkün olmadığı için, çizmelerini keserek çıkarabilirler ancak. 2004 yılında vefat edene kadar sızlayıp karıncalanıp durdukları için “Ayaklarımı ovuverecek yok mu?” diye sızlanıp durmuştur…
Diğer çadırlar rahatlıkla seslenilip haberleşilecek mesafede oldukları halde, Ese Bey’in çadırı 1500 metre kadar uzakta ve kuzeye bakan koyaktadır. Eşi, Yağcı köyüne yakın Eldizan mevkisindeki evlerinde bulunduğu için, iki kızı ve yeğeni(Morgoyun Mustafa’nın oğlu Mehmet) ile çadırda kalmaktadır. Kuzey yönüne baktığı için, soğuğun en şiddetli vurduğu çadırda… Pek yaygın olmayan ve “yarı yanmış odun” anlamına gelen “Ese” Îsa isminin yerine kullanılmaktadır. Ese Bey, sobayı yakabilmek için saatlerce uğraştığı halde, odunları bir türlü tutuşturamamış ve donarak ölmüştür. Yeğeni Mehmet’in(14-15 yaşlarında) ise, bürülendiği yorganın içinde, dayısından daha önce donup öldüğü sanılıyor. Kızları ise son bir umutla karlara vuruyorlar kendilerini. Köy yönünde karlara gömüle gömüle bir kilometre kadar ancak gidebiliyorlar. Yolun yarısına bile varamadan, önce küçük kardeşin direnci tükenip can veriyor, 80-100 metre kadar ötede de ablası Fatma… Henüz 18-20 yaşlarında, hayatlarının tam da baharında. Ahırdağının beyaz karlarına gömülerek kararıp giden tâlih, nice mâsum hayalleri de alıp gidiyor. Ölene kadar neler çektiklerini bir Allah biliyor, bir de onlar. Aaah, ah! Keşke dile gelip de bir söyleyebilseler; üstlerine yığılan karların altından bakıp duran çam ağaçları…
Şiddetli kışın bastırmasıyla yüreğine kor düşen Eldizan’daki anneleri ise hop oturup hop kalkar iki gün boyunca. Ne çare ki, hiç göz açtırmamıştır kar boran. Üçüncü gün yağış kesilip de ortalık durulunca yola düşülebilir ancak. Önce çadırdaki acıklı durum anlaşılır; sonrasında da, izleri takip edilerek bulunan tâlihsiz kızcağızların durumları… O zamanlar şimdiki gibi cep telefonu filan mı var ki “Ne haldasınız?” diye sorula…
Öte yandan yine üçüncü gün, Uluköy ileri gelenleri de “Bu kışta dağdaki Yörüklerin hâli nic’oldu acep?” diyerek 50-60 kişiyle yardıma giderler. En önde gidenin açtığı yolağı izleyerek, bir saatte alınabilecek 4 km kadarlık yolu ancak 5-6 saatte alıp çadırların bölgesine varabilirler… Çadır, hayvan ve eşyalar olduğu gibi bırakılıp, yaşlı ve çocuklar sırtlarda taşınarak köye inilir. Sürülerin toparlanması ise on gün kadar sürer… Bu süre içinde Uluköy muhtarının yönlendirmesiyle köylülerin evlerine dağılınıp misafir olunur… Hayvanlardan telefat ise sâdece, iniş sırasında ayağı kırılan bir deve olur ve kesilerek köylülere dağıtılır. Anadolu’nun civanmertlerinden olan muhtar Deli Ali, “Eğer ki, Yörük misafirlerimizin canlarına veya mallarına en ufak bir halel getiren olursa, köy meydanında kafasına sıkarak gebertirim!” diye ferman buyurur. Bu baba adamın 2008 yılında vefat ettiğini duyuyoruz ve Mevlâ gani gani rahmet eylesin diyoruz…
Dağda değişik mevkilerde bulunan çobanlardan bâzıları ise, Çobanözü, Kınık ve Yağcı köylerine sığınmışlardır sürüleriyle birlikte. Bu köylere sığınan havyan sürüleri, Dumlupınar’dan tirene bindirilerek yolcu edilir memleketlerine. Uluköy’deki asıl yekün ise hayvanlarla birlikte yaya olarak ulaştıkları Banaz’dan binerler tirene. Ve böylece, yaylaktan kışlağa dönüş ilk kez motorize olur ve o zamanların tıraktörü gibi olup Yörüğün evini sırtında taşıyan develer de tiren yolcusu olur…
Bir Yörükler sözü şöyle der:
“Yörük ottan, şehirli etten, köylü de inattan ölür.”
Ve böylece bir kez daha; Yörüğün ölümü ottan olmuş olur…
(Filozof Torlakon)