MARANGOZ MAHMUT
Bir boğanın boynuz darbesiyle ölen ve kalabalığın omuzlarında salına salına giden Celep Ramazan’ın ardından baka baka söylendi; “Yok yoook! Ben bu tabutla gidemem!...”
Bu sefer kafaya kesin olarak koymuştu Marangoz Mahmut; kendi bedenine göre bir tabut yapacaktı… Ânî bir şekilde ölen Celep 150 kilo anca gelirdi. Oysa pehlivan da olan Marangoz hem daha ağır ve hem de daha yüksek boyluydu. Celeb’in başa çıkmakta zorlandığı boğalarla güreş tutardı. Halk dilinde böyle cüsselilere “çam yarması gibi” deyimi kullanılırdı…
Evet… Oldukça ferah bir tabut yapmalıydı. Odunu hem yumuşak, hem esnek, hem hafif ve hem de sağlam olmalıydı. Mis gibi kokmalıydı da… İşinin pîri olan ve her odunu kokusundan tanıyan Mahmut, yeni tabutu da hangi ağaçtan yapması gerektiğini hiç tereddütsüz biliyordu. Ardıç ağacından yapacaktı. Çünkü ardıç, aradığı tüm özellikleri taşıyordu. Ayrıca, kokusunu da pek severdi. Cesedin, tabutun tahtasının kokusunu hissedip hissedemeyeceği de dert değildi. Cesedi taşıyanların hoşnut olması bile yeterdi. Yeter ki kimseye yük olmadan, sıkıntı vermeden omuzlarda gitsin ve hâfızalarda hoş bir koku bıraksındı…
Özene bezene yaptı tabutunu. Hattâ içine uzanıp kapadı kapağını. Ellerini esas duruştaki gibi iki yanına koydu ve derin derin soludu ardıcın ciğerleri cilâlayan kokusunu. “Bu iş ancak bu kadar olur, bundan iyisi can sağlığı!” deyip, aldı götürdü câmiye ve bıraktı eski tabutun yanına… Bu arada, istemeye istemeye bir soru kurcaladı cemaâtin kafasını; acaba bu yeni tabutun ilk müşterisi kim olacak, siftahı kim yapacaktı?...
Orta Anadolu’nun şirin bir yayla beldesinde yaşanıyordu bu hayat. Ara sıra aradan ayrılıp gidenler de oluyordu elbette. Yıllar yılları kovaladı, kaç kişinin göçüp gittiğinin çetelesini tutan da olmamıştı. Fakat bütün göçenler, yeni tabutta taşımaya değecek kadar hacimli olmadıklarından, eski tabutta gittiler hep…
Günün birinde bir rahatsızlık tebelleş oldu Marangoz Mahmut’un başına. Bir yandan gide gele hastâne yollarını aşındırırken, öbür yandan da eridikçe eridi. Kasları da eridi, kemikleri de… O han kapısı gibi pehlivandan eser kalmamıştı…
Yurtlarından sürülen Kırım Türklerinin haklarını savunmak ve vatanına sahip çıkmak için türlü işkencelere sürgünlere göğüs gerip, aylarca açlık gırevine girip 29 kiloya düşen Mustafa CEMİLOĞLU gibi olmuştu.
Ömrünün 20 yıla yakın kısmını Îrak zındanlarında işkencelerle tüketen fakat sonunda Îrak Türkmenlerinin sesi ve simgesi hâline gelen Sadun KÖPRÜLÜ’ye benzemişti.
Anadolu Türkünün bekâsı için çok ağır bir yükü omuzlayan, yıllarca hücre hapislerinde en ağır işkencelere uğrayan, “Doğunun Başbuğu” diye anılan Yılma DURAK’ın şekline bürünmüştü…
Kırım Erzurum Kerkük ekseninden, Türk Dünyasının Dâvâsını haykıran bu küçük dev çile adamları nötron yıldızı gibidirler. Görünümleri ile enerjileri arasında Tanrı Dağları kadar fark vardır. Onları yakından tanıyanlar, bütün bedenlerinin yürekten ibâret olduğunu çabucak fark ederler… Cemiloğlu ağabey hedefine ulaştı; can-ı yürekten selâm olsun ona ve yoldaşlarına. Durak ve Köprülü’nün de ulaşabilmeleri, Türk Milletinin baht yıldızının yeniden şavkarması dileğiyle…
“Öyle bir dâvânın inatçısı olun ki; yolunda öldüğünüzde, kul da takdir etsin, Tanrı da."(Torlakon öğretisi)
Çoğu canların, gelmesini hiç istemediği ecel en sonunda geldi çaldı kapısını Marangoz Mahmut’un. Kimseye yük olmamayı diliyordu; dilediği gibi de oldu. Bir deri bir kemik kalmış bedeniyle, ne teneşirde yaykanırken zorluk çıkardı, ne de tabutta giderken. Sevgili dostlarının omuzlarında kuş gibi gitti… Kendi yaptığı koca tabutta langır lungur yungarlanmasın deyi, eski tabutta taşıdılar. Ee, neye niyet, neye kısmet. Nasipten öte yol yok ki Mahmut ağam!…
(Filozof TORLAKON)