“SÖYLEYİN O KAZMAYA!...”
(Telefondaki konuşma şeklime şaşıran dostlarım “Sesini bir türlü çözemiyoruz; sanki nâzik bir ortaokul öğrencisi gibi. Peki nasıl oluyor da bu kadar kibar konuşabiliyorsun?” diye merak eder dururlar. Bu yazı, sorunun cevabı niteliğindedir.)
Yüksek tahsil yıllarımda okul harçlığımı çıkarabilmek için inşaat işçiliği, otelcilik, çaycılık, kantincilik, gece bekçiliği, gazetecilik, karikatürcülük, tiyatroculuk, spor hocalığı, işletmecilik, seyyar satıcılık vs gibi işlerle iştigâl ettim. Beni pişirmesi hasebiyle en sevdiğim iş ayakkabı boyacılığıydı. Üstelik kendi işimin de patronu durumundaydımJ… Fakat, kışta çamurda sokaklarda üşüyüp çatlayan ellerimin üzeri sürekli kanar dururdu. Şöyle sürekli ve de sigortalı bir iş edinebilsem ne de iyi olurdu…
Ses tonum ve genel duruşumun uygunluğu nedeniyle, târihî oyunların aranan şahsiyeti oluşumdan, o vakitler Kültür ve Turizm Bakanlığınca da saygınlığım vardı. Duruma el attılar ve büyükşehrin en büyük turistik otelinde çalışmam için ricâda bulundular. Böylece, otelin çay ocağında “Ocakçı” olarak sigortalı bir işe başlamış oldumJ… Fakat, işim kolay olmayacaktı, çünkü, ödün veremeyeceğim ilkelerim vardı. Sigara alkôl kesinlikle kullanmam ve eğriliklere de kolay kolay göz yumamazdım…
Özel işletmelerde patronların has adamları ile benim gibi gelip geçici konumunda olanlar arasında bir çekişmedir gider. Dedikodu yoluyla rütbe kazanmaya çalışmak, geleneksel bir şekil almıştır. Konumunuz ve kalıcılığınız, patronların iki dudağından dökülecek sözlere bağlıdır… Bu herif her b.ktan anlıyor, mit bit filan olabilir.” diyerek, loca türü önemli toplantıların yapıldığı günlerde, dışarıdaki ayak işlerine gönderilirdim… Normâl günlerde, garsonların yetersiz kaldığı durumlarda ocağı her terk edişimde, pusuda bekleyen çakalın biri ocağa sızar ve benim bir kenara sakladığım “kırklanmış” bardaktan rakısını içer giderdi. Bu da bir tâciz şekliydi. Fakat ben de hiç bıkmadan her seferinde bir başka bardağı temizleyip kırklar ve bir kenara ayırırdım… Diğer görevli arkadaşlara bir seferinde “Her türlü ağır hammaliye işlere veya servislere ben koşayım fakat, içkili servisleri bana bırakmasanız.” demiş bulunmuştum; böylelikle onlara büyük bir koz da vermiş bulundum. “İçki taşımayacaksan burada işin ne?” cevabıyla karşılaştım. Halbuki benim oradaki işim ocakçılıktı ve çay-kahve türü içeceklerin de en kralını yapardım. Her neyse…
Günün birinde patronların has adamlarından biri ortaya bir leğen koydu ve içine de biraz tereyağı ile birkaç kalıp sana yağı atıp; “Ey millet! Helâdan s.çmaktan geliyorum ve ellerimi de yıykamadım! Sizin gibi fareler yemesinler diye böyle yapıyorum!” diyerek, çıplak elleriyle yağları ezip harmanlamaya başladı. Aslında bu yaptığı, orada asgarî ücretle çalışan garibanlara karşı değil, irfanımızda “velinîmet” olarak nitelendirilen müşteriye ve insanlığa karşı yapılıyordu. Kavga çıkarmak, erkenden postalanma nedenim olacağı için; “El insaf! Buradaki on onbeş gariban yese yese günde bir kaşık yağ yer. O da etse etse iki kilo eder. Patronların her akşam kral dairelerine kapattıkları seçme kızlar için tedârikçi kavatlara ödedikleri binlerce liranın yanında iki kilo yağın adı mı olur?” demekten kendimi alamadım sadece… Sonuçta, kahvaltı tabaklarına kıvrım kıvrım konulan o yağlara bir daha dokunmadık fakat, yiyen müşterilere acımaktan başka elimizden de bir şey gelmiyordu… Bu konuda hiçbir zaman akıldan çıkarmayacağımız şey “kul hakkı” denilince yüreği titremeyen kişilerden her türlü kötülüğün gelecek ve umulur olduğuydu…
“En kısa öğreti, hakka riayet etmektir.”(Torlakon öğretisi)
Kazın ayağı böyleydi işte. Orta hâlin altındaki derbeder hâlliler cömertlik yapıp ekmeklerini başkalarıyla paylaşırken, zenginler de sineğin yağını hesap edip duruyorlardı… Aradan birkaç gün geçmişti ki, yağları harmanlayan o arkadaş, kurcaladığı düdüklü tencerenin patlaması sonucu elini yüzünü yakmıştı…
İşlerin yoğun olduğu günlerden birinde, ısrarla çalıp duran telefona çıkan kimse olmayınca, ben bakayım bâri dedim. Telefonda nasıl konuşulduğunu pek bilemesem bile “Orası neresi? Siz kimsiniz?” diye sormanın görgüsüzlük olacağı, onun yerine “Orası hayvanat bahçesi mi? Siz Gergedan bey misiniz?” şeklinde sormak gerektiğini takvim yapraklarından okuyup da öğrenmiştim. Ayrıca; sinemamızın kötü adamlarından(aslında onlar kötü değil, derbeder iyilerdir) Turgut Özatay “Nnalôo!” diye seslendiğinde, adamlarından biri(Hakkı Kıvanç, Necip Tekçe, Kadir Kök, Süheyl Eğriboz vb) “Buyur patron!… Baş üstüne patron!… Emrin olur patron!” şeklinde cevaplandırırlardı. Tecrübelerimin ışığında(!) kaldırdığım telefonu “Alô buyrun!” diye cevapladım. Fakat karşı taraftan hiç ses gelmeden telefon kapandı. Zamanında yetişemedim herhâlde diyerek ben de kapattım. Yarım saat kadar sonra tekrar çalan telefona bir başkası baktı ve bana doğru gelerek; “Telefona bir daha sen çıkmayacakmışsın, patron söyledi” dedi. “Zaten mecbur kaldığım için çıktım da… Nedenmiş acaba?” diye sorduğumda “Kazma gibi cevap vermemeli, efendim âbi demeliydin.” karşılığını aldım. Oysa ben hiçbir ses duymamıştım ki “âbi” mi yoksa “abla” mı diyeyim… Her neyse…
Bir daha telefona çıkmama gerek kalmadı çünkü ertesi gün “Eleman fazlalığımız olduğu için şimdilik sana ihtiyaç yok, gerek olunca biz seni ararız” denilerek kibarca sepetlendim… Yaşayıp şahit olduklarımı yazsam, oldukça ilginç bir roman olur fakat, ben ona nasıl zaman ayıracağımı bilemem… Sözün özü; işte “Söyleyin o kazmaya, bir daha telefona çıkmasın!” ihtarından sonra o gün bu gündür bir daha “kazma” olmamak için kibar davranmaya çalışıyorum telefonda konuşurken…
(Filozof Torlakon)