“ALMA DURSUN BABA”
“Fedakârlık denen şey olmasaydı, ne vatandan ne de insanlıktan eser kalırdı.”(Torlakon öğretisi)
İstiklâl Harbi yıllarında, Batı Anadolu’daki bir ilçemizin kenarında birdenbire bir türbe peydah olur. Üzerindeki mermere özenle bir isim yazılmıştır: Alma Dursun Baba. Etrafına türlü renklerden bezlerin de bağlanmış olduğu bu “Baba”nın hikmetine vâkıf olamayan ahâli, bu tür yapılara ve mezarlara olan saygısından dolayı türbeyi sahiplenir. Burada yatan “Alma Dursun” kim bilir ne ulu bir zâttır diyerek duâda bulunur; dilek diler, bez bağlar…
Nihayet, Büyük Taarruz ile birlikte düşman yurttan atılıp temizlenir. Barışa erişilir. Anlaşmalar yapılır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti kendini toparlayıp hızlı bir kalkınma sürecine girer… Birkaç yıl sonra bu ilçemize bir batılı araştırmacı gelir. Söylediğine göre, o yöremizdeki kilim desenleri üzerine akademik bir çalışma yapacaktır…
Misâfirperver halkımızın el üstünde tutup ikramda bulunduğu, her türlü yardımı gösterdiği bu şahıs birdenbire ortadan kaybolur. Onun kaybolmasıyla birlikte ilçede bir değişiklik daha olmuştur. Bu değişiklik, türbededir. Talan edilen türbedeki “Alma Dursun Baba” yazılı mermerin arka kısmına “Artık alabilirsiniz” diye bir not düşülüp düşülmediğini bilmiyorum fakat bildiğim bir şey varsa o da; araştırmacı kılığında geri gelmiş olan Yunanlı komutanın, işgal yıllarında halkımızdan gasp etmiş oldukları altın ve ziynet eşyalarını gömüp üstüne türbe kondurduğu yerden çıkarıp götürdüğüdür…
* * *
Bu ilçemize yaklaşık olarak 120 km ötedeki bir başka ilimizin beldesinde de benzer bir olay yaşanır. Doksanlı yılların sonlarında, bir belgesel çekim maksadıyla uğradığımız bu beldemizin “uyanmış” halkı bizden huylandı. Ülkemizde yaşamakta olan dört akbaba(Kara, Kızıl, Sakallı, Leş) türünü, buranın dağında aynı gün içinde görüntüleyebilmemiz mümkündü. Halkın bize tepkisi; “Alet var mı alet?” sorusu şeklinde olmuştu. Ne aleti diye karşılık verdiğimizdeyse; “Bırak bu akbaba numaralarını ya hocam! Alet varsa sen onu söyle de, biz sana şüphelendiğimiz yerleri gösterelim. Defineyi birlikte arayalım.”…
Bizim defineyle filan işimiz olmadığını söylediğimizde de; “Öncekiler de öyle söyleyip götürmüştü.” cevabını aldık. Öncekiler de kim diye sorduğumuzda anlatmaya başladılar: 1994 yılında bir Fransız karı koca, özel karavanlarıyla geldikleri bu beldemizin dağında, ellerindeki haritayla aylarca akbaba araştırması yapmışlar. Neden sonra “Aradığımızı bulduk. Her şey için çok çok teşekkür ederiz.” deyip gitmişler. Onların akbabaları göklerde değil de toprağın altında aramış olduklarını, kazılan çukurlardan anlamışlar…
Bu Fransız ailenin geriye dönük olarak anlattıklarından, olayın ayrıntısını çözümlemeleri de zor olmamış. Yunan asıllı olan bu Fransız aile, işgal yıllarında o bölgede bulunan subay dedelerinin gömüp haritada yerini belirlediği ve kaçarken götürme fırsatı bulamadığı altınları aramaktaymışlar…
Geç uyanmışsınız be hemşehrim, dedim. Fakat bizler gerçekten akbabaları arıyorduk. Anlatmış olduğunuz bu olay sayesinde de, bir akbaba türümüzün daha olduğunu öğrenmiş olduk. Akbabalarımız beş oldu: Kara, kızıl, sakallı, leş ve sarı…
* * *
Kangal ve yabanî kurt kırması olan Çomar’ımızı zehirleyip öldürmüşler. Hayvan dahi olsa cesedinin ortada kalmasına vicdanımız ve gönlümüz râzı olmadığından gömmeye karar verdik. Köyün dışındaki bir tepenin yamacına götürüp gömdük. Mezarının iki ucuna da o bölgede bol bulunan uzun taşlardan diktik. Taşlarının üzerine kimlik bilgisi yazmaya o an için olanağımız yoktu. Sonra yazarız diye düşünmüştük…
Ertesi günü bir haber geldi kulağıma; bizim çomarın mezarını kazmışlar, diye. Acaba bu kimlerin işi diye düşünürken, cevabını bulmamız da gecikmedi. Bizim rahmetlik muhtar, köy kahvesinin bahçesinde etrafını sarmış olan köylülere bir şeyler anlatıyor:
--- Bizim garıynan Guruçay yannarına mantar toplamıya gittiydik. Ağşama doru eve döneekene bi de baktık Boztepe’de goca bi mezer. Bir iki gün olmuş gömüleli… Ulen burda kim yatıyo acaba diye gara gara düşünmüye başladık. Oruya en yakın ev Gara Yakıb’ın evi. Yakıb ölmüş olsa, bütün köylünün habarı olur. Onun güccük torunlarından biri ölmüş olsa, mezer çocuk mezeri değil… Kim acaba, kim acaba diye düşünürken, bizim garı seslendi; “Ulen adam! Git çabık candırmıya, hökamata habar et! Sen köyün mugdarısın! Bunun hesanını senden soraala! Hadi heç durma!!!”… Çabık eve vaadık. Bizim oğlanın cava moturuna atladığım gibi garagolun yolunu duddum… Bacçavış; “Savcılığa bildirelim” dedi. Savcı, gaymakamın makamındaymış. Olayı duyan gaymakam; “Sizinle ben de geleyim. Bi hava almış olurum.” dedi… Yakıb’ın evden bi gazma kürek alıp, gaymakam, savcı, garagol komutanı ve çandırmaların nezaretinde mezeri deşdik… Bi de bakdıydık, bi köpek ölüsü. Savcı; “Bunun sahibi belli mi?” diye sordu. Ben de; “He he belli!. Filozofun köpeği Çomar bu.” dedim. “Köpeğe mezar yaptığına göre, kafada biraz var galiba.” dedi. Ben de; “Herifin kafada olmasa, nasıl filozof olacak?” diye sööledim. Gülüşüp dağıldık…
* * *
Bu üç olayı, türbelerde define aranması için anlatmadım elbette. Ölülere saygısı olmayanların, dirilere de saygısı olmaz… Bugün, ülkemizi işgalden kurtaracak olan “Büyük Taarruz” başlangıcının 86’ncı yıldönümü. Kara günlere bir daha düşmemek için, vatanımıza, insanımıza, kuşumuza, kurdumuza sahip çıkabilmemiz için, etrafımızda olup bitenlere birazcık daha duyarlı olmamız gerektiğini hatırlatmak istedim.
Bir daha İstiklâl Marşı yazmak zorunda kalmamamız dileğiyle.
Mevla, asil ve aziz milletimizi koruyup yüceltsin.
ESEN KALSIN KAVİM KARDAŞ…
26 Ağustos 2008
Türk Filozof TORLAKON