ZIRNIK
Herkesin hayatının çeşitli dönemlerinde farklı derecelerde zorluklar vardır. Bu zorlukların bir kısmı, hayatın doğal zorluklarından oluşurken, bir kısmı da kulların ürettiği zorluklardır. Bâzılarının hayatlarının geneli ise, zorluklarla boğuşmakla geçer. Hayat onları pişirdikçe pişirecektir. Zaten hayat döngüsü; birinin pişmesi, birinin pişirmesi, birinin de yemesi üzerine kuruludur… Ayrıca; hayatın pişirdiği kişilerin çevrelerini aydınlatabilmeleri için de yanıp tutuşmaları gerekmektedir…
Yüksek tahsil yıllarımda çok çeşitli zorluklarla boğuşmuş, perişanlıkları yaşamış, mihnetin kahrına mahkûm olmuştum. Cepte harçlık yok; kemikleri sızlatan kış günlerinde sobada yakacak bir şey yok; sağda solda günübirlik bulduğum amele işlerinin parası birazcık nefes aldırsa da, harap olan ellerimi kalem tutamaz hale getiriyordu… Şiddetli soğuklardan ciğerlerim tıkandığı için öksürüp durmaktan kulaklarım duyamaz olmuştu. Tutam tutam dökülen saçlarıma tarak değirmeye korkar haldeydim… Bir çaresi bulunur mu diye Devlet Hastanesine gittim. Karşıma çıkan doktor; “Talebe adamın saçı zaten dökülür, canını sıkma!” dedi. Oysa bu sözü söyleyen doktorun Serdar Gökhan gibi gür saçları vardı. “Doktor bey, siz talebelik yapmadan mı doktor diploması aldınız?” demek geçti içimden fakat, ters etki yapar diye söylemedim. Çünkü; kesin olarak dikkât ettiğim şeylerden biri “Tedavi yapanlar ve yiyecek-içeceği hazırlayıp getirenlerle ters düşmemek”tir. Birisi sizi buruşturabilir, diğeri de yiyeceğinizi veya içeceğinizi kirletebilir. Çaycılık yaptığım yıllarda, gıcık olduğu müşterinin çayına tükürüp, kahvesine kuş b.ku karıştırdığını övünerek anlatan şahıslarla çok karşılaştım…
Ameliyatlarımdan birini olduğum Ankara’nın en köklü bir hastanesinde enfeksiyon kapmış ve hamile gibi şişen karnımdan sekiz gün boyunca su aldırmıştım. Suları bizzat boşaltan doçent dostumun; “O bölümün şefi pekakalıydı, seni tanıdıysa kelek yapmış olabilir.” demesiyle irkildim… Şeyh Edebâli “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!” diyor. Günümüzde ise, devlet ve insanlık düşmanı lâğım fareleri bizzat devlet tarafından beslenip semirtiliyor; her geçen gün biraz daha cesaretlendiriliyor. Kurumlarda beslenip örgütlenen ve vatandaşın sağlığını tehdit eden lâğım fareleri, sokaklarda insanları ateşe verip ortalığı yıkan lâğım fareleri, meclis çatısı altında korunup semirtilerek devletin temelini oyan ve ülkeyi iç savaşa sürükleyerek insanlarımızın birbirini boğazlaması için kudurup duran lâğım fareleri…
“O bu ne der?” zihniyetiyle yönetilen ve hainlerle katilleri korumaya alıp besiye çeken devletlere “Dandik devlet” denir. Ciddî devlet ise; “Neyle yakmıştın bakayım sen o halkın aracını? Getir bakayım o benzinden arta kalanını! Uzat bakayım ellerini!” der ve yakan-yaktıran elleri aynı maddeyle yakar… Halkına güven veremeyen ve adâleti suçlular lehine işleten devlete devlet denmez. O ucûbe devlet yıkılmaya da mahkûmdur…
“Onunbunun kanunlarıyla yönetilen bir ülkede, onunbunun adamları da çoğalır çocukları da.”(Torlakon öğretisi)
Devletin bekâsı ve insanlarımızın huzuru için bu lâğım farelerini toplayıp gemi kazanlarında yakacak veya “zırnık”layacak olan “Topal Osman”lar dört gözle beklenip dururken, hiçbirisi ortalıkta görünmüyor. Çünkü onlar da, ülkemizin işgâlden kurtarılması ve cumhuriyetimizin kurulması uğrunda ençok emeği geçenlerden biri olan Topal Osman’ın, kafası kesilerek meclis kapısında ayağından sallandırıldığını ve Giresun tepelerinde başsız yatmakta olduğunu bilip duruyorlar…
Neyse, yeniden dönelim okul yıllarına… Gıcık etmemeye çalıştığım doktorun “Bunlar seni rahatlatır” diye yazdığı ilaçları alıp kullanmaya başladım. Fakat o da ne; ömrümde ne bir damla âlkôl ne de bir çubuk sigara olmadığı hâlde “O biçim” olmuştum. Derslerde hayal âlemindeymiş gibi, yollarda da “zom” olmuş gibiydim. Yuvarlanıp düşmemek için ortalayıp da yürümeye çalıştığım kaldırımlara zor sığıyordum. Neden sonra kavuştuğum kerpiç evin tahta merdivenlerinden çıkarken her seferinde de duvara omuzumu çarpıyordum. Nasıl oluyordu o öyle; sağa adım atıyordum fakat gövdem sola doğru gidip duvara tosluyordum… Aradan birkaç gün geçmişti ki, bir uzman dostum gördü kullandığım ilaçları; “Yahu bu ilaçları veren doktor sahiden doktor mu veya dünyadan mı haberi yok? Çünkü bu ilaçlar yasaklanalı yıllar oldu!” diyerek çöpe attı da, kurtulup kendime geldim…
Fakat, topluca firar edip soluğu çöp tenekesinde alan saçlarıma da bir şekilde engel olmalıydım. Osmanlıca eserlerde yer alan çok iddialı bir formül buldum. Formülün diğer birçok bileşenini bulmak zor olmasa gerekti. Fakat benim kafam “zırnık”a takıldı. Zırnık; siyanürün ana bileşeni olan ve “Fare zehri” olarak da bilinen arseniğin eski adıydı. Ayrıca; herhangi bir şeyin işe yaramayacak kadar az olan parçasına da zırnık deniyordu… Büyük şehrin meşhur baharatçılar çarşısında dolaşırken bir esnafa “Zırnık var mı?” diye sormuş bulundum. Gözleri fal taşı gibi açılan adam; “Ne?! Ne?!! Neeh?!!!” diye bağırdı ve gülme krizine tutuldu. Bir yandan fıtık filan olmamak için karnını tutuyor, bir yandan da yerlerde yuvarlanıyordu. Daha fazla maskara olmayayım diye derhal oradan uzaklaştım. Bu arada, olan biteni anlamaya çalışan veya gülmek için bahane arayan çarşı esnafı da adamın çevresini sarmış ve neler olduğunu soruyordu. Fakat yerde yuvarlanan adam gülmekten konuşamıyor ve parmağıyla uzaktan beni işaret ediyordu… Ah ulan ah diye iç geçirdim; keşke senin yerinde ben olup da yerlerde yuvarlanabilseydim dedim. Zîra o günlerde gülmeye o kadar hasret kalmıştım ki…
(Filozof Torlakon)