YAZIK OLDU KEDİLERE
“Tüm yaratıkların hayat hakkına saygılı ol! Karınca da dünyaya bir kez gelir.”(Torlakon öğretisi)
Farelerden muzdarip olmayan yok gibiydi bir zamanlar. Her türlü yiyecek maddesini kemirdikleri yetmiyormuş gibi, bir de üstlerine çişleyip kakalayan fareler; su, pekmez, turşu küplerine veya su kuyularına düşüp boğularak da mide bulandırır dururlardı… Oysa o vakitler zaten yeterince kıtlık vardı ve içme suları da bir hayli uzaklardan omuzlarda veya eşek sırtında taşınarak getirilirdi…
Kediler ise insan dostuydu ve çok da temizdiler. Evin kapısından girmeden önce abdest alır gibi ayaklarını dilleriyle yalayıp güzelce temizlemeden minderin veya yorganın üzerine kıvrılıp yatmazlardı. Ayrıca; rastgele yere çiş veya kaka yapmadıkları gibi, üstlerini toprakla örtmeden bırakıp gittikleri de hiç görülmemişti…
Babamın gençlik yıllarında bir salgın olmuş ve memlekette hiç kedi kalmayınca da farelerden adamakıllı yılan insanlar uzak yerlerden kedi bulup getirmeye çalışmışlar. Kedilerin değeri ateş pahası olmuş o zamanlar; bir kediye bir koç gibi…
Bizim çocukluğumuzda da, henüz elektriğin olmadığı karanlık köy evlerinde can yoldaşımız olurdu kediler. Huzurlu karanlıkların ıssızlığını ve sessizliğini paylaşırdık onlarla. Gündüzleri de, kapıda karşılayıp paçalarımıza sürünen ev sahibimiz gibi olurlardı; “Hoş geldiniz” der gibi…
Kimi ala, kimi tekir, kimi sarı, kimi de kara pek çok kedimiz olmuştu. Renkleri farklı olsa da huyları birbirinden pek farklı değildi; kara sabunun da ak köpürdüğü gibi…
Bizden sonraki nesiller ise “Televizyon nesli” idi. Onlar kedilerin değerini hiç bilemedikleri gibi, kötü de bellediler. Çünkü; televizyonda sürekli olarak yayınlanan çizgi filimlerde fareler pek sevimli ve mâsum gösterilirken, kediler de pek çirkin ve zâlim gösteriliyordu…
Sokaklarda yürürken gördüğüm çocuklara “Niçin taş atıyorsun o kediye?” diye sorduğumda “İşte!...” karşılığını alıyordum. Fakat bunun mantıklı bir açıklaması olmalıydı. “Nasıl işte?” diye üstelediğimde de “Kedilerden nefret ediyorum da ondan!” cevabını alıyordum. Evet… Televizyon, çocukları kedilerden nefret ettirdi…
Bir gece vakti, dört delikanlı, çam ağacının üzerine tırmanmış kediyi taş atarak düşürmeye çalışıyorlardı. Amaçları; kediyi yere düşürerek, yanlarında bulunan iki suratsız köpeğe parçalatıp seyretmek. Köpekler de, gözlerini diktikleri kedinin yere düşmesini sabırsızlıkla beklemekteydi… “Gençler! Siz ne yapmaya çalışıyorsunuz?” diye sorduğumda, beni duymazdan gelip, kediyi taşlamayı sürdürdüler. “Yanınıza gelirsem köpeklerinizin boynunu kırarım da yazık olur!” diye bağırdım. Kararlılığımı anlayınca da “Bu herif manyak gâlibâ” diye söylenip dağıldılar…
Henüz beş yaşımdayken ısırılmıştım bir çoban köpeğine. Baldırım kemiğe kadar parçalanmıştı. Kuduz aşısını filan bilen yoktu o devirlerde. Okuma yazması olmadığı halde “Ocak doktoru” olan ninemin hazırladığı merhemle iyileşmiş; iki hafta boyunca da ayağa kalkamayıp emekleyerek dolaşmıştım. Aynı duruma bir daha düşmemek için de “Köpek boynu kırma uzmanı” olmuştum. İki ayaklı köpekler ise daha kolay halledilir J…
Fakat benim derdim; mazlumun yanında olup, zâlimin boynunu kırabilmek. Sıcak evlerin içinde özel yiyeceklerle beslenip bakımı yapılan köpeklerin, çöplüklerde titreyerek yiyecek bir şeyler arayan garip kedicikleri parçalamalarını engelleyebilmek…
“Elâlemden merhamet bekleme! Güçlü ol, merhamet sahibi ol!”(Torlakon öğretisi)
Günümüzde dünya Müslümanlarının düştüğü durum, o ağaçtaki kedinin durumuna ne kadar da benziyor; Bosna’da, Çeçenistan’da, Irak’ta, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da… Evet… Kedilerin yeri orası değil. Onları köpeklerin elinden kurtarmak gerekiyor. Yazık oluyor kedilere…
(Filozof Torlakon)