Cenneti cehenneme atan Arap
Gerçek adını söylemeye dilimiz alışık olmadığı için mi, yoksa, öylesi daha çok hoşumuza gittiği için mi nedense “Cennet” derdik ona. Benden bir yaş kadar büyüktü. İlçenin orta yerindeki kerpiç evlerde birbirine en yakın iki komşuyduk. Ortaokula yeni başlamıştım o zamanlar. O ise ilkokuldan sonra okula gidemiyordu…
“Seninle dünyanın öbür ucuna bile gidebilrim, çünkü yüreğini biliyorum” diyordu. Tarlaya bağa hep birlikte giderdik. Parçalanmış bir ailenin çocuğu olarak daha bebekken ortada kalmış; hiç çocukları olmamış olan yaşlı ve yoksul bir aile ona sahip çıkmıştı…
Oturdukları kerpiç evin alt kısmında da, mahalle muhtarı ve eşi yalnız yaşıyorlardı. Üstte yoksul Ali bey ailesi, altta da derbeder Veli bey ailesi, sâde yaşamlarında kendi yağlarıyla kavrulup gidiyorlardı… Bir kış günü arkadaşlarıyla birlikte Toros dağlarına ava giden muhtar Veli bey, avladığı tavşanın peşinden koşarken kar çukuruna saplanıp ölünce, eşi de tek başına hayat mücadelesi vermeye başlamıştı…
Onlar bu hâl üzere yaşayıp giderken “Beterin beteri var” sözü başlarına geliyordu; evlerinin bulunduğu yerden yol geçecekti. Peki ya bu hâlde nereye gidilecekti…
Oldukça darda kalan Ali bey ailesi “Bizlerin bir ayağı çukurda; bugüne var, yarına yoğuz. Bari sen açıkta kalmayasın.” diyerek, dünürcü gelen ve uzaktan da akrabaları olan ilk aileye Cennet’i verip, konu komşu yardımıyla da düğününü etmişlerdi. Cennet o an için en fazla onüç yaşındayken, kocası durumundaki Arap ise otuza yakındı. Üvey evlat konumundaki şirin Cennet, kimsenin yüzüne bakmak istemeyeceği çirkinlikteki Arap’a eş olma mecburiyetinde kalmıştı. Çirkinlik hadi neyse de, ahlâki durumu da çok berbattı Arap’ın. Halkın ifadesiyle “keraneci” bir tipti. Cebinde parası olsa, daimi müşterisi olurdu o tür rezil yerlerin…
Evlilikle “Dünya evi”ne değil de, Arap’ın karanlık dünyasına sokulmuştu Cennet. Hayvanca yaklaşımlara daha ilk günden mâruz kalarak, dünyası başına yıkılmış ve canından bezmişti… Peki ya o derdini kime yanacaktı… Öz babasının nereye terk edip gittiği belli değildi. Bir başka kocaya varmış olan öz annesinin ise Ankara’da olduğu biliniyordu…
Kızının düştüğü kötü durumdan bir şekilde haberdar olan anne sessizce çıkagelmiş ve Ankara’ya götürmüştür Cennet’i. Fakat bu durumdan hiç hoşnut olmayan üvey baba; “Git nereden aldıysan oraya koy gel kızını! Onu yanımızda istemiyorum!.” diye rest çekmiş; anne ise direnmeye çalışmıştır…
Cennet’in habersizce götürülmesiyle küplere binen Arap yollara düşmüş; yerini her kimden öğrendiyse, arayıp bulmuştur Ankara’da. Derhâl kolundan tutarak alıp geri götürmüştür kendi dünyasındaki karanlıklara. “Bu herif kendi karısını satıyor” demesinler diye de, takas etmiştir İzmir batakhanelerindeki bir başka talihsizle. Namus pazarının karşı tarafındakilerse gayet memnun olmuşlardır herhâlde bu alışverişten; çünkü, artık “kocakarı” demeye başladıklarının yerine, henüz ondördüne varmamış birini almışlardır. Onların demesiyle “taze sermaye”lerinin daha çok müşterisi olacağını bildikleri için ağızları kulaklarına varmıştır…
Bütün bu olaylar sadece bir yıl içinde olup dururken, kerpiç ev yıkılarak yerine yol yapılmış; Veli beyin hanımı akrabalarının yanına sığınmış; Ali bey ailesi de kiralık bir eve taşınmıştı. Evin yıkıntısından arta kalıp kullanılabilecek ahşap malzemeler de bir kenara yığılmış; Ali bey ailesinin, ilçenin kenar kısımlarındaki tarlalarına yapacakları biriket evde kullanılmayı bekliyordu… Hangi serserinin attığı izmaritle olduysa, tutuşan kuru otların alevleri arasında kalan kirişlerin yanmaya başladığını gördüğümde, derhâl iki kova kaparak koşmuş ve tulumbalı çeşmenin ahırına daldırıp doldurduğum sularla söndürmeye çalışmıştım. Bu arada etrafta toplanarak seyredenlerin, oniki yaşımda, üstüme başıma dökerek canhıraş söndürme çabalarım karşısında; “Hmm!. Yangını bu çocuk çıkarmış anlaşılan! Nasıl da çırpınıyor söndürmek için!.” dediklerini duyunca; “Garibin evinin direği yanıyor! Bir an önce söndürelim de, suçluyu sonra arayalım!” diye çıkışmıştım soluk soluğa. Bir yandan da düşünmeden edememiştim “Bana göre değil gâlibâ bu dünya” diye… Buna hayat diyorlardı işte; ya her şeyi olduğu gibi kabûllenip pes edenlerden, ya da iyiliğin olması yolunda mücâdele verenlerden olacaktım. Bugünüme kadar hep mücâdele yolunda direttim. Dünyanın tamamını değiştiremesem de, en azından, elimin altındakileri değiştirebileceğim inanç ve gayretinden hiç vazgeçmedim. Can, sahibine geri iade edilmez, sahibi, vakit tamam olunca kendisi geri alırdı. Hayatımız süresince hangi durumlarda ne düşünüp nasıl davranacağımızın imtihanını yaşamakta değil miydik?…
Onüç yaşımdayken o ilçeden ayrılıp başka bir ilçeye göçmüştük. Arap’ı birkaç kez görmüştüm bu yeni ilçede; mesleği(?) gereği midir nedir, bir deri bir kemik kalmış, çirkinleştikçe çirkinleşmişti. Yaptığı pis işin kiri yığılmıştı sanki yüzünde. Pazarladığı bahtı karaları da görürdüm kimi zaman yanında. Bu ilçeyi tercih etmesinin nedeni; hem yakın çevresinden tanıyanların pek çıkmayıp rahat davranacağı, hem de daha paralı ilçe oluşundandı sanırım…
Cennet’i ise bir daha hiç görmemiştim düğünün ardından. Yıllar sonra o ilçeye gittiğimde şunu öğrendim eski komşulardan:
Cennet rahim kanserinden, Arap da makat kanserinden hayatlarını kaybetmişler… Cennet’i cehenneme atan Arap, onun alevinde kendi de yanmış…
“Kullar cennete Tanrı’nın yardımıyla, cehenneme ise kendi gayretleriyle girerler.”(Torlakon öğretisi)
Arap ettiğini bulmuş, ona diyeceğim yok; fakat, Cennet’e bir nidâm var:
FİRDEEEEEVS!!!
Sana gerçek isminle haykırıyorum!
Senin adın Cennet değil; Cennet’in en yüce katı olan FİRDEVS!!!...
Sözlerin dün gibi kulaklarımda çınlıyor!
Sen benim yüreğimi bildiğini dile getiriyordun!
Benimle dünyanın öbür ucuna gidebileceğini söylüyordun!
Firdevslerin cehenneme sürüklenmesine engel olamadığım bir dünyada,
Benim yüreğim kaç kuruş eder FİRDEVS?!...
Emeklediğim günden bugüne her şey zihnimde taze!
Beynimdeki sorumluluk yükü bedenimi unufak edecek Firdevs!
Aklımı yitirince mi yoksa ölünce mi bu yükten kurtulacağımı bilmiyorum!
Şimdi tek umudum sende!
Ben seni dünyanın öbür ucuna götüremedim!
Senin bu dünyada cehennemi yaşamana engel olamadım!
Benden zaten bir yaş büyüktün güzel ablam!
Şimdi de büyüklük sende kalsın!
Sen beni götür Firdevs cennetinin bahçelerine!...
(Filozof Torlakon)