ZEYTİNDAĞI – Falih Rıfkı ATAY
(Yazarın üslubu tartışılabilir olsa da, bu yazıyı, tarihi ibretler içerdiği için yayınlıyorum- Torlakon)
Kitapta, Osmanlının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadar olan bir zaman dilimi yansıtılmaya çalışılmaktadır.. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa’nın Zeytindağı’ndaki karargahına katılmıştır. Kitabın ismi; Cemal Paşa’nın karargahının (4. Karargah) bulunduğu Kudüs’e yakın bir dağın isminden gelmektedir.
Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir.
Falih Rıfkı, Osmanlı’nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; “Mahmut Şevket Paşa’yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa’yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa’yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur.”
Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.
ÖNSÖZ
Biz, şimdi kırkına yaklaşanlar, Osmanlı İmparatorluğunun son gençleriyiz. 1914’de üç, beş, yedi yaşında bulunan çocuklar, bugün yeni Türkiye’nin gençleri olmuşlardır ve hatırlarında İmparatorluktan hiçbir iz kalmamıştı. İşte onlara, saltanatın, Suriye’de, Filistin ve Hicaz’daki son yıllarını anlatmak istiyorum.
Bizden Belgrad’ı aldıkları zaman, düşman delegeleri Niş kasabasını da istemişlerdi. Osmanlı delegesi ayağa kalkarak:
-Ne hacet, dedi, İstanbul’u da size verelim.
Babalarımız için Niş, İstanbul’a o kadar yakındı. Biz eğer Vardar’ı, Trablus’u, Girid’i ve Medine’yi bırakırsak, Türk milleti yaşayamaz sanıyorduk.
Çocuklarımızın Avrupa’sı Marmara ve Meriç’te bitiyor.
Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır? Onlar da gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün belki de tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlakına esirdirler. Yerme, yahut övme, iyilik yahut kötülük gördüğünüze göre, bu ikisini yapmakta, onların ahlakına göre, haklısınız. Tarihte gerçeğin ne lüzumu var?..
Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan alemi olmuştur. Yalan, Şark’ta ayıp değildir.
Zeytindağı’nda tarihin hakkını tarihe, Cemal Paşanın hakkını Cemal Paşaya verdim.
BAZI HATIRALAR
LİDER
Balkan harbinin sonlarındayız. Ordu Çatalca’da, Bulgarlar zafer ortaklarıyla bozuşup harbe tutuşmuşlar. Ben Tanin’de çalışıyorum. Bir müddet sonra Talat Bey’in hususi kalemine katip oldum. Kendisine memur olurken, beni, gene evindeki gibi, sevimli ve külfetsiz karşılamıştı:
-Ne kadar aylık alacaksın?
-On lira, efendim.
-Çok yahu... Biz senin yaşında iken iki altına takla atardık!
Talat Bey, Meşrutiyetin birçok adamları gibi bir Şarklı, üstünde Tanzimat cilası bile olmayan bir Şarklı idi. Fikre benzer bir sözü hatırımda kalmıştır. Romanya’yı gezip dolaştıktan sonra, dönüşte, bir ermeni gazetesine hasbıhal kılıklı demişti ki:
-Biz devlet sosyalizmi yapmalıyız!
Bir gün yine kalemden çağırtmıştı. Yanında bir müracaatçı vardı:
-İzmit mutasarrıfına bir mektup yazınız, Beyefendinin işini mutlaka yapmasını tavsiye ediniz, demişti.
Yazıp götürdüm. İmzaladı, adamcağız mektubu aldı ve teşekkürler ederek gitti. Biraz sonra nazırın yine beni istediğini söylediler. Gittim:
-İzmit mutasarrıfına bir şifre yaz. Gönderdiğim mektubun bir ehemmiyeti yoktur, diye bildir, dedi.
Atatürk’ün umumi katibi Hasan Rıza Soyak’ın babası Necip Bey, Üsküp eşrafından pek dürüst bir efendi idi. 1908 hürriyet savaşından önce, İttihatçılarla münasebette bulunduğu vakit, Enver Bey de ona defalarca misafir olmuştu. Kendisini pek sayar, gördükçe elini öperdi. Bir sultanla evlendikten sonra da eşini yabancı erkek olarak yalnız onun yanına çıkarmıştı.
İttihat ve Terakki umumi merkezi Birinci Dünya Savaşının son yılında artık zaferden tamamıyla umut kesmişti. Rusya ya da yıkıldığına göre, tekli barış yapma imkanı aramak fikri hepsini sarmıştı. Fakat Enver Paşaya bu bahsi açmaya hiçbirinin cesareti yoktu.
Bir gün Necip Bey’i merkeze çağırdılar. Durumu ve düşündükleri son çareyi anlattıktan sonra:
-Dinlese dinlese, seni dinler? Bir vatan vazifesidir, teşebbüs et, dediler.
Necip Bey, Enver’in yalısına gideceği günün sabahı, evdekilere:
Bugün çok ehemmiyetli bir vazife yapmağa gidiyorum. İnşallah muvaffak olurum, dedi.
Enver kendisini öğle yemeğine alıkoydu. Sofrada Necip Bey bahsi açtı, dili döndüğü kadar konuştu. Enver sonuna kadar dinledikten sonra:
-Vah Necip Bey vah, dedi, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!
Necip Bey eve döndüğü vakit, şöyle diyordu:
-Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i hazret-i şehri yari olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.
Vatan kaybı İstanbul’da çabuk unutulur. Balkan Harbinden şehirde canlı bir hatıra kalmıştı: Edirne! Onu geri almak ve Bulgaristan’ın yenildiğini görmekle, kalp acılarını dindirmiştik. O vakit Bizans havasına biraz ruh verenler, Rumelili yüreği yanıklardı.
İşte bu sırada Büyük Harp çıktı. Almanlarla birlikte harbe girdik. Harbiye Mektebinde ilk talim gören yedek subaylar arasında idim.
Üç arkadaş konuşuyorlardı:
-Cemal Paşa yarın Mısır’a gidiyor. Haydarpaşa’da buluşup kendimizi karargaha aldıralım.
Bir dostum aracılık etti. Şöyle böyle tanıştığımız Dördüncü Ordu Kumandanı, Başkumandanlığa bir telgraf yazarak beni de yanına istetti.
Fakat bir türlü bölüğümden ayrılamıyordum. Enver Paşa disiplinci idi. Talimgahı bitirmeksizin hiç kimse için, istisna yapılmasını kabul etmiyordu.
Nihayet bir gün talimgah kumandanı Alman Rabe Bey’in beni çağırdığını söylediler. Gittim. Elinde bana ait bir tomar kağıt vardı. En çok şaştığı şey, bir ordu kumandanının bir neferle bu kadar meşgul oluşu idi.
-Cemal Paşa arkadaşınız mıdır?
-Hayır, tanıdığım...
-Yarın geliniz, kağıtlarınızı alınız, dedi.
Yeni esvabımı giydim. Güzel bir şeritle künyemi göğsüme bağladım ve gittim.
Türkiye’nin hiçbir tarafını bilmiyordum. Haydarpaşa’dan en uzak vilayetlere doğru trene bindiğim zaman, Çanakkale Harbi başlamıştı. Cemal Paşa, harp hükümetinin en ileri düşünenlerinden olmakla beraber, kendi ittihatçılığını hiçbir işinde unutmazdı.
Kendi ittihatçılığı diyorum. Çünkü gerçekte İttihat ve Terakki birkaç başın etrafında birkaç kola ayrılmıştı. İttihatçı demek, partinin anonim ve silik unsuru demektir. O zamanlar insanın üzerine yapışan damga “adam” sözü idi. Cemal Paşanın adamı, Enver Paşanın adamı, Talat Paşanın adamı...
İttihat ve Terakki şeflerinden birkaçına beni fikirleri yaklaştırır, adamları uzaklaştırırdı. Ve en nefret ettiğim şey bu iken, mütareke senelerinde üstümde yalnız bir tek damga vardı: Cemal Paşanın adamı!
Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine ve Gerek dağlarına bakıyordum. Daha ötede, Kızıl denizin bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalına, öbür yandan Basra körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum.
Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi. Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu.
Bizim emperyalizm, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi.
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı hissi idi. Bu hissi ortadan kaldırınız: Suriye ve Arabistan meselesi, Arap saçına döner, karmakarışıklığın içinden çıkamazsınız.
Dördüncü Ordu Kumandanının Lübnan meselesini nasıl halletmiş olduğunu gösteren notları o zamanki defterimden alıyorum:
Cemal Paşa ayakta idi:
-Muhterem efendiler dedi; bugüne kadar Lübnan’ın büyük bir acısı vardı; Lübnan mustarip idi. İşte ben bu ıstırabı dindirmeye geldim. Size haber veriyorum ki Lübnan artık Konya kadar Osmanlıdır. Artık bu güzel toprağımızda yabancı imtiyazlarından hiçbiri kalmamıştır.
Müslüman’ı, Hıristiyan’ı, sureler, ayetler okuyarak Halifeye, Enver Paşaya ve Cemal Paşaya dua etmeye başladılar. Cemal Paşa kendilerini karmaşık yarı istiklallerinden kurtarmıştı.
Bir Fransız raporu diyor ki:
“Lübnanlılar ihtilal yapmazlar. Bizden bir vakitler silah istediler, verdik. İsyan çıkaracakları yerde, silahları çöl Araplarına sattılar!”
Denizle demiryolu arasına sıkışmış olan ürkek ve sabırlı Lübnan’da Arap saçının bir küçük kıvrımını çözmüştük.
Filistin için tehcir (göç ettirme), Suriye için tedhiş (zor kullanma) ve Hicaz için ordu kullandık. Yafa kıyılarında Balfur’un beyannamesini bekleşen hesaplı Yahudiler, bu uğurda kafa değil, bir portakal bile feda etmediler. Hicaz ayaklandı; Suriye ise sustu.
Ölüm sabahları, herkes birbiriyle ürkerek ve ürpererek konuşur. Fakat ertesi güne kadar her şey unutulup gitti. Müse’nin mersiyesini hatırlar mısınız? Paris’te her şey unutulmak için eğer on beş gün yeterse, şarkta bu, on beş saat bile değildir. Şarkta ölmemeye bakmalı...
Suriye’de derlerdi ki, eğer Cemal Paşa birisiyle görüştüğü zaman burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor, sakalını karıştırırsa, affedip etmemeyi düşünüyor, demektir. Yalnız bıyık burmasından korkunuz o zaman bu görüşmenin ölüme kadar yolu vardır.
Daha başlangıçta Cemal Paşanın kusurlarından birinin, gösteriş olduğunu söylemiştim. Bu yüzden rahmetli, birtakım isnatlara bile uğramıştır.
MUHAMMED’İN MEZARI
Medine kasabası birkaç boz renkli hurma gövdesinden belli olur. Çocukluktan beri hazretsiz, aleyhisselamsız, titremeksizin ve korkmaksızın ismini ağzımıza alamadığımız Peygamber’in şehrindeyiz. Eski müphem ahret hayaletlerinin içimde kımıldadığını hissetmeli idim.
Bu his, Medine’de büsbütün biter. Medine, Peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ahlaksız simsar yuvalarından biridir.
İstasyonda kabile bayrakları ile donanmış ve sarı, kırmızı, siyah ve yeşile boyanmış büyük bir kalabalık vardı. Mevleviler önümüze düştü. Enver Paşa ile Cemal Paşa ortada ve biz arkadaki halkın içine sıkışmış yürüyoruz.
Medine şehri arabası, İstanbul çöp arabalarının aynıdır. Yalnız bir yamalı astarla perdelenmiştir.
Toz ve ter içinde bulunarak Ravza’nın yeşil kubbesine kavuştuk. Peygamber bu kubbenin altında yatar. Türbesi, yaşadığı zaman kendi evi idi. Ravza işte bu türbeyi çeviren o camidir. Son asır içinde elimizin değdiği her şey gibi, orasını da badana, sarı boya ve kalın çiçeğe boğmuşuz.
Türbenin içine girmek bir imtiyazdır. Kapı anahtarlarını uzun boylu Habeşler saklar. Zaten Medine’nin bütün dekoru Peygamber’in sanduka örtüsü ile bu Habeşlerden ibarettir.
Asıl Müslüman şehri, din şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehir İstanbul olduğunu Medine’de büsbütün anladım.
Mum tutan kılavuzların arkasından içeri girdik. Kubbenin yere kadar üç kabri örten atlas bir örtünün altında Muhammed, Ebu Bekir ve Ömer yatıyor.
Amber kokusu içinde, Enver Paşayı bir pencerenin, Cemal Paşayı ötekinin içine soktular ve ellerine birer maden çanak verdiler. En büyük sevap bu pencerelerde durup tavandan indirilen kandilleri yakmak imiş.
Burası Muhammed’in evi ve mezarıdır. Birçok hatıra ve hayaller zihni basıyor. Herkes dalgın ve düşünceli. Habeşlerin hepsi, Başkumandan olduğu için, Enver Paşaya kandil indiriyorlardı.
İSA’NIN MEZARI
Hicaz hurması gibi Filistin zeytini de ancak para ile satın alınabilir. Şakağa yapışmış yağlı saç parçasını bükerek can çekişen Kudüs hacıları, yağlı hırkalarının çürümüş pamuğunu didikleyen Medine hacılarından daha bahtiyar değildirler. İsa’nın açları da Muhammed’in açları kadar ve onlar gibi sürünmek kaderlisidirler.
Yalnız Kudüs’te dilencinin çerçevesi ihtişamlıdır: Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur. Kudüs’te oteller yarı kilisedir, uşakları yarı papazdırlar ve hizmetçiler yarı hemşiredirler.
Rahat döşeğinde ölmeyen İsa’nın mezarı etrafında, çepeçevre, Müslüman jandarmaları nöbet beklemektedir.
İsa’nın mezarı, üstünü temizlemek sevabı pay edilemediği için, toz toprak içindedir. İpi kopararak düşen çanı hiç kimse kaldırıp yerine takamaz. Beytüllahim kilisesi de böyle idi: Enver Paşa, kilise camlarının niçin kırık bırakıldığını sorduğu zaman, masraf etmek sevabını milletlerin paylaşamadıklarını ve her teşebbüsün arkasından kan ve kavga çıktığını söylemişlerdi. Başkumandan kiliseyi bir jandarma müfrezesi ile sardırdı ve kilisenin pencerelerine yeni camlar ancak böyle takılabildi.
MUSA OĞULLARI
Yafa’dan Kudüs’e kadar Yahudi Filistin’i birkaç defa dolaştım. Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.
Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır. Yahudi Filistin’de kasabalar, portakal kokuları ile, düzgün şosalar, frenk incirleri ile çevrilmiştir.
Gözyaşının hiçbir faydası olmadığını anlamak için, Yahudilerin Kudüs’te yüzlerce yıldan beri her Cumartesi günü başlarını dayayıp ağladıkları taşı ziyaret ediniz: Yüzlerce yıllık gözyaşı, bu ağlama duvarını bir santim aşındırmamıştır.
Paranın en büyük kuvvet olduğunu anlamak için ise, Filistin’de yoğun Arap nüfusunu topraklarından süren Siyonist sömürgeciliğini görün. Yüzlerce yıllık gözyaşı, bir külçe altına değmez.
Yeni Filistin’de Almanca, İngilizce, Fransızca, bütün diller konuşulur. Yalnız Yahudi dili olan İbranice, devletin dili olan Türkçe ve çoğunluğun dili olan Arapça görüşülmez. Köyler, orta halli bir dans salonundan boşaltılmış çiftlerle doludur. Ve çıplak Arap, kapı eşiklerinde yemek artığı ve yarı yenmiş portakal kemirip durur.
ÇADIR
Artık Gazze’de, Filistin cephesinde savaşıyoruz. Çöl, İngilizlerin elindedir. Kuyular, kanallar, portatif yollar, Birussebi, Hafir, kum üstündeki bahçeler, hepsi kim bilir kaç ton altın ve gümüş, serap gibi söndü, gitti.
Askerimiz o kadar az ki, yan yana siperlerde oturan iki tümenin arasında Urban gelen geçeni soyuyor. İki tarafında öldürecek adam bulamayan İngiliz tankı, bir demir iskelet olmuş, Filistin güneşi altında yanıyor.
Cephemiz susuz, kuru ekmek ve benzini güç yetiştiriyoruz. Arkasını çöle veren İngiliz ordusu ise, siperinde musluktan Nil suyu içiyor.
ALTIN VE ODUN
Buğday, ot, deve ve tekmil hizmetler Suriye’de bütün harp müddeti hep altınla ödenmiştir. Ordu ve hükümet, hepimiz aylıklarımızın bir kısmını altın aldırdık. Kağıt para yalnız devlet alış verişinde faydalı ve karlı idi.
Büyük Harp de Osmanlı hazinesinin büyük bir kısmını çöl ve urban yemiştir. Fakat gitgide daralıyorduk. Cemal Paşanın müşavirleri arasında bir de maliyeci vardı. Belki onun tavsiyesi üzerine bir gün bir emir çıktı. Kağıt ve altın birdir. Böyle kabul etmeyenin sürgünden ipe kadar, derece ağır cezaları vardır.
Trenlerimizi odunla işletiyorduk. Hatta Filistin zeytinlerini bile lokomotif ocaklarında yaktığımız olmuştur. Suriyeliler kağıt ve altının bir olduğu emrini kabul ettilerse de, odun ve her türlü ordu müteahhitliğinden vazgeçip bir kenara çekildiler. Demiryolu servisi durmak üzere idi. O zamanlar odun işlerini idare eden Şam valisi Tahsin Bey, daha iyi hatırlayabilir, fakat galiba az bir müddet sonra kağıt para ile şu kadar, altın para ile bu kadar, diye bir odun fiyatı koymaya ve kendi imzamızla kağıtla altın arasındaki farkı ilan etmeye mecbur kalmıştık.
Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar,
- İngiliz misiniz?
-Yaşa İngiliz!
-Türk müsünüz?
-Yaşa Türk!
Siz vereceğiniz nişan veya altını hesap ediniz. O dakikada beklediğiniz iş yapılmıştır. İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı.
VİSRUA
Almanlar harpten sonra İmparatorluğu sömürgeleştirmeyi düşündükleri için en kuvvetli kimseleri yedek subay olarak aramıza göndermişlerdi. Öyle sanıyordum ki, Anadolu ve Suriye için en iyi incelemeler bu Almanlar tarafından yapılmıştır.
Şehircilik diye bir ihtisas olduğunu ve bir planın ne demek olduğunu Çürher’den öğrenmiştik. Gene Çürher, Vedat ve Kemal Bey’lerin Türk mimarisi diye ortaya attıkları üslup için beni uyandıran adam olmuştur. Cami kemerli bir hana veya çeşme pencereli bir eve bakarken:
-Nasıl tahammül ediyorsunuz? Dedi. Türkler kadar bani (bina yapıcı) bir milletin cami mimarisi, çeşme mimarisi, türbe mimarisi olur da; ev, bahçe ve han mimarisi nasıl olmaz?
Cemal Paşa Rumelihisarı’nı tamir ettirerek deniz müzesi yapmaya karar verdiği zaman, bir komisyon toplamıştı. Komisyondaki Türklerin kararı hisarın eski külahlarını geçirerek, ona ilk manzarasını vermekti. Çürher, isyan etti:
-Hisarı tamir edeceksiniz. Uğraşacaksınız ve para sarf edeceksiniz. Eğer ondan sonra Boğaz’dan geçen bir yolcu: “Sanki tamir edilmiş ne olmuş?” derse, bu işe memur ettiğiniz mimarın en büyük şerefi bu mu olacaktır?
Hisarları külah giydirmekten kurtaran Profesör Çürher olmuştur. Çürher, Şam ve Beyrut için birçok planlar yaptığı gibi, İstanbul tarafı için de sandıklarla projeler hazırlamıştı. O da Profesör Yansen’in fikrinde idi: İstanbul’un kıymeti İstanbul tarafıdır ve en bozulmamış yaka odur. Bu yaka kurtarılmak için zaman geçmiş değildir.
Cemal Paşa yolsuzluk yapmazdı. Fakat ihsanları da boldu. Mesela hatırı sayılır ziyaretçilerine İstanbul’a ipekli kumaş götürmek izni verirdi. Herkes işlerin içyüzünü bilmediğinden, düşmanları bundan faydalanarak Cemal Paşanın ticaret yaptığı dedikodusunu bile çıkarırlardı.
KANUN
-Efendimiz kanunu getirdim.
-Ne kanunu?
-Bir mesele için emir buyurmuştunuz. Halbuki elimizdeki kanun sarihtir, bu mesele emriniz gibi halledilemez.
Yaverine dönerek:
-Bana bir müsvedde kağıdı getiriniz!
Ve hemen Harbiye Nazırlığına müstacel bir telgraf: “Şu numaralı kanunu hemen bu şekilde değiştirerek bana metnini müstacel telgrafla bildiriniz.” Bir kumaş bile bu kadar kolay ısmarlanmaz.
Yukarıda bürokrasiden şikayet etmiştim. Bütün şikayetler doğru olabilir: Fakat Büyük Harbin kanun kafası, bürokrasi kadar zararlı idi.
En fena kanun, en iyi kanunsuzluktan daha iyidir, denebilir. En doğrusu kanunun iyi yapılması olduğuna şüphe yoktur. Kanuna güvenlik ve saygısı olmayan yerde zarar o kadar büyüktür ki, hiçbir fena kanun, memlekete o kadar ziyan vermez.
Cemal Paşa Boyacıköyü’ndeki yalısındaki son günlerinden birinde:
-Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.
Bu Enver’in bir sözünü hatırlatır:
-Yok kanun, yap kanun!
Der ve anlamayanlara izah ederdi:
-Yaparım olur, bozarım olmaz!
ÇADIR DEVLETİ
Arabistan ve Irak çöllerinde yarı bağımsız şeyhlikler ve emirlikler olduğunu bilirsiniz.
Şeyh ve emirlere denizden İngiliz altını ve karadan Osmanlı altını gider. Gelir kaynaklarından biri de, gazve diye dinleştirilmiş baskın ve yağmalardır.
Suriye ve Hicaz tabloları arasında bu çadır devletlerden birinin hikayesini anlatmalıyım; Bu, bir emirliktir. Emir’in ismi Suud’dur. Yukarı Necid’de oturur.
Büyük harp başladığı zaman, hemen hemen yüz yıldan beri bağımsız idiler. Emir’in siyasi vazifesi, İbnissuud’u gücendirmemek, Hicaz şeriflerinden hediye almak, Osmanlı hazinesinden altın çekmektir.
Aşiretlerin bulunduğu çöllerin içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.
Emir, genç ve iyi bir adamdı. Fakat bir yandan büyük anası Fatma’nın, öte yandan Reşit Paşanın telkini altında idi. Fatma, Necid Katerina’sı diye şöhret bulmuştur. Sevmediği bir adamı parça parça kestirerek köpeklere yediren bu kadındır.
Hicaz isyanı oluncaya kadar biz bu Emire ve adamlarına uslu dursunlar, diye para veriyorduk. İsyan olduktan sonra Hicaz hattına gelsinler, hattı tutsunlar ve Şerif kuvvetlerini sıksınlar diye altın yolladık. Bütün altınlarımızı birkaç kişi aralarında paylaşıp aylar ayı yola çıkmadılar.
Biz Emir’e top da yollamıştık. Kumandanı İkinci Mülazim Osman Bey’di. Aşiret, Medayin’e doğru yürüyüş gösterdiği zaman, bir vadide ateşe uğradı: Bizimkiler 1000, karşı taraf 30 kişi kaldılardı. Daha birkaç kişi yaralanınca, hepsi kaçmaya başladılar. Osman Bey’e de:
“-Topunu bırak, gel!” diyorlardı.
-O benim namusumdur, bırakamam. Ne diye kaçıyorsunuz? Diyordu.
Boş yere bağırdı, çağırdı. Karşı taraf üstüne üşüşüp kurşun ve cenbiye ile Türk çocuğunu parçaladılar.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman, 333 senesi haziranının üçüncü günü ölüp gitmiştir.
KRÖSNAH
Niçin Enver Paşaya Alman dostu ve Cemal Paşaya Fransız dostu dendiğini derin derin araştırmayınız. Enver Paşa Berlin’de ateşemiliter ve Almancası Fransızcasından kuvvetliydi. Cemal Paşa Almanca bilmez, fakat şöyle böyle Fransızcası vardı.
Harp yumruğunun bir vuruşta Fransa’yı devireceğini sanan Enver Paşa, Marn’den sonra bile, kara kartalın zaferine yetişebilmek için nefes nefese harbe girdi. Fransa’yı beğenen Cemal Paşa, İngiltere’nin elinden Mısır’ı almak gibi hülyaya hiç olmazsa bir müddet inanmıştır.
Almanlar Büyük Harbde Türkiye’ye kendi teğmenlerinin ismini koymuşlardı: Enverland!
Fakat memlekette hükmü geçen diğer şöhretleri de kazanmak faydasız değildi. Bunlar arasında Almanları pek sevmemekte şöhret kazanan Cemal Paşa vardı. Harp sonlarına doğru, onu da Almanya’da bir seyahat yapmaya davet ettiler.
Almanya ve Avusturya’ya niçin gittiğimizi pek bilmiyorum. Almanya’yı, Avusturya’yı ve Belçika’yı dolaştık. At yarışlarına, opera ve operetlere, Ren nehri boyundaki şarap kahvelerine, Krupp tezgahlarına, Amiral Şer’in zırhlısına, Kayser’in kardeşinin Kil’deki sarayına, Brüj’ün dantela müzesine ve biraz da top sesinin ancak geceleri duyulabildiği cephe gerilerine gittik. Krupp fabrikalarının sahibi Berta’nın Essen’deki şatosuna misafir olduk. Kayser’le öğle yemeği, Hindenburg’la akşam yemeği yedik.
Bende bu seyahatten topyekun şu izlemler kaldı: Almanya aç idi. Avusturya bitkindi. Krösnah karargahında bize Sultan Hamit sarayı efendilerinin taklitlerini yapan Kayser, bana belki o efendiler kadar şarklı bir hükümdar gibi göründü.
Kayser’in öğle yemeğinden doymayarak kalkmıştık. Mabeyinci: “İmparator cephe gerisi gibi, yer”, diyordu. Cephe gibi yiyen Hindenburg’un akşam yemeğinde ise Şam ziyafetleri gibi doyduk.
Şam’a döndüğümüz vakit birçok yeni şeyler öğrenmiş, yeni silah tecrübelerinde bulunmuş, Kurupp’un kaynar demir ırmağını ve Kil’deki top istiflerini görmüş, fakat bir şeyi, zafer ümidini son damlasına kadar kaybetmiştim. Batıyorduk...
ÇATLAK
Suriye ve Filistin’e Almanların niçin o kadar önem vermiş olduğunu Berlin politikacıları kadar biz de biliyorduk. Cephede Alman kumandanları ve yedek subayı olarak gelen Alman uzmanları aramızdan hiç eksik olmamıştır.
Bir sabah Zeytindağı karargahında General Falkenhein’i gördüğüm zaman, bu dik boylu, yüksek bakışlı kumandanın Suriye’ye nasıl bir talih getireceğini düşünüyordum.
İngilizler bu havadisten bizim kadar heyecanlanmadılar. Times gazetesi:
-Suriye’ye giden Falkenhein, karaya düşmüş bir balina balığına benziyor, demişti.
Cemal Paşa uzun müddet, şüphe ve tereddüt içinde çırpınıp durdu. Falkenhein’i Fon Kress gibi, doğrudan doğruya onun emrine vermek imkansızdı. Bir ordu kumandanlığı bölgesinde iki büyük otoritenin birlikte bulunmalarına da ihtimal yoktu. Nihayet arandı tarandı, bozuşuldu, uzlaşıldı, silahlı kuvvetin başına Fon Falkenhein geçti ve Suriye rüyasına veda etmek istemeyen, harp sonunda kaybolmamış bir Suriye hediyesi ile İstanbul’a dönmek isteyen Cemal Paşaya, belki şatafat zayıflığından istifade edilerek, bir büyük unvan verildi: Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandanı!
İkinci Başkumandan gibi bir şey... Top, mitralyöz, tüfek, kılıç Alman’ın emrine ve Cemal Paşanın hissesi ise imzası üstündeki bu dört kelimeden ibaretti.
O koskoca kıtada Dördüncü Ordu Kumandanı gibi basit bir unvanla visrualık eden Bahriye Nazırı, Suriye ve Garbi Arabistan Umum Kumandanlığı dumanı içinde tacını kaybetti. Bu yıkılışın ona ağır geldiğini hep hissediyorduk.
Onun umum kumandanlığı, boş çöller içinde bedevi şeyhlerine verilen fahri paşalıklar gibi bir şey idi.
Falkenhein’in Suriye saltanatı daha az sürecekti ve onun arkasından gelen bir başka Alman mareşali de, yine bozgunun azı dişleri arasında parçalanacak, İngiliz süngüsünden daradar başını kurtaracaktı. Cemal Paşa değil, Suriye düşüyordu.
ALLAHA ISMARLADIK
Bir sabah kumandanın odasına girdiğim zaman, gözlerinin ağlamaktan yorulmuş olduğunu gördüm: Kudüs İngilizlerin elinde idi. Oradaki son Türklerin nasıl kahramanca vuruştuklarını masanın üstünden aldığım şifreli telgraftan okudum. Kudüs’ü İsrail oğulları gibi bırakmadık; Türkler gibi bıraktık.
Artık yalnız Anadolu’yu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa, onun bütün rüyalarına ve hayallerine, Allahaısmarladık!
Zeytindağı’nın çamları arasından, güneşi hiç sönmeyecek, hiç akşam gölgesi görmeyecek gibi bakan Lut çukuru, şimdi bütün İmparatorluğu, içine çeken bir mezar gibi, genişleyip derinleşiyor.
Eşyam ve kağıtlarımı bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir. Tren giderken iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Haleb’siz, öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
-Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
SON
Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y.K. bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu:
-Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik? Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlayarak bekledi. İşte cevap:
-Aylık vermek için!
Ve ilave etti:
-Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.
Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte böyle biter. Aylık vermek için harbi bırakmak lazımdı.
Mustafa Kemal’in kararı bu değildi. Vatan ve istiklali idi. Ve en iyi kanunu arayıp buldu: “Milletin nesi var, nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için verecektir.”
Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan... hepsini böyle ödedik.
Mustafa Kemal, Büyük Harbe girmek aleyhinde idi: Kafa ve sanat adamı olduğu için!
Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı: Vatan adamı olduğu için!
İşte size bütün kitabın özü: İlim ve vatan adamı olunuz.
Hiçbiri yalnız başına, ne sizi, ne de milletini kurtarabilir.
ÇÖL DESTANI
Serseri ve çıplak sınıf müstesna, asil bedeviler silahsız ve devesiz yaşayamazlar. Çölde yük götüren vasıta develer, insan taşıyan vasıta hecinlerdir.
Kabileleri gazveden gazveye koşturan hecinlerin develerden farkı ince, uzun boyunlarıyla, ince bacakları, çekik karınları, küçük başları ve yuvarlak tüyleridir. Bir hecin saatte sekiz kilometre yol gider. Hecinsüvarlarımız bazen günde elli kilometre kadar gitmişlerdir. Hecinler iki üç gün su içmeyebilirler.
Bir Alman albayı yere çökmemiş bir hecinin yanına gitmiş ve başını kaldırıp:
-Bunun merdiveni nerede? diye sormuştu.
Bedeviler için deve her şeydir. Öyle kabileler var ki, çadırları, maşlahları, abaları, heybeleri ve bütün eşyaları deve tüyünden örülmüştür.
Filistin ve Mısır’ın eski yolu Cefir badiyesinden geçiyor. Kervanlar eski zamanda buradan işlediği gibi, İsrail oğullarının kırk sene kaybolduğu çölde burası idi.
Hafir ile Nahil’den başka hiçbir yerde ne ağaç, ne ot vardı. Urban, dağ gölgelerinde, kaya diplerinde yatıyor. Erzak vermek değil, bu bedbahtlar arasında at gübresinden arpa ayıklayanlar ve atılan kemiği kemirenler az değildir.
-Çadırın nerede? diye sorduğumuz zaman, çoğu size eğri bir taşın babasından kalma gölgesini gösterebilir.
Geçtiğimiz yer bir istikamettir; ne yol, ne de işaret vardır. Bugün tekerleğin oyduğu izi bir fırtına silip bozar. Nişan koyduğumuz tepe, yerini değiştirir.
Çölle sıcak, insana suyu düşündürür: Uzun bir yaz günü, bir çöl yazının günü, bir delikten ateş kuyusuna iniyor gibi, gittikçe eriyerek yürüyen asker için bir içim sudan, yüzüne serpilmiş bir avuç sudan mukaddes ne olabilir?
Çölün en büyük sırrı bir damla su ve bir avuç gölgedir.
On seneden beri yalnız sefer zamanı Tih sahrasına yağmur düştü. Ordu kumandanlığı her tarafa emirler gönderip yağmur sellerini tutturdu ve setlerle toplattı. Kumandanlığın ikinci bir emri, her insan için yirmi dört saatte bir matara suya izin veriyor ve fazla su için birikintilere tecavüz edenleri pek ağır cezalarla tehdit ediyordu.
Haftalardan beri sıcak ve yumuşak yemek görmeyen kıtalardan biri, Kanal’a yakın bir tepenin üstünde, hayatta belki son geçirecekleri bu akşam biraz et yemek istemişti. Askerlerin birer matara suları vardı.
İşte Anadolu çocukları Kanal’a böyle gittiler.
Bu uzun destan, iki cümlelik bir İngiliz tebliği ile bitti:
“Düşman Şubatın üçüncü günü üç buçukta Kanal’ı geçmek için azimli bir teşebbüste bulunmuşsa da eriyip gitmiştir.”
Bir İngiliz raporu, Kanal’a kadar gelen Türk kuvvetini 15.000 asker ve 6 batarya top olarak tespit etmiştir.
Yüzme bilmeyen bir kıt’a tulum takınarak, Kanal’a atıldı. Bizim kenardan dişlerine kadar silahlı olarak suya giren bu Anadolu çocukları, öbür kenara esir olarak çıktılar. İngilizler bu askerleri soyup güneşte kuruttuktan sonra, Halife ve imparatorluğu tezyif (alaya alma) için, Kahire sokaklarında çıplak dolaştırdılar.
Bizim aramızda Kanal’ı geçerek yerli halkı ayaklandırıp Mısır’ı alacağımıza inananlar vardı. Bu kadar saf olmayan Almanlar’ın Türk ordusuna verdiği Kanal vazifesi ise daha basittir. Ara sıra birkaç bin Türk feda ederek ve ikide bir Kanal’ı zorlayarak, Mısır’da mümkün olduğu kadar İngiliz ordusu tutturmak! Mısır’da duran her İngiliz, Alman ordusunun karşısında azalmış bir fert demektir.
Demek, Kanal’da Almanlar muvaffak olmuşlardır. Fakat Cemal Paşanın yanında bulunan Fon Kress Bey, bu kadarla doymamıştı. O:
-Bir defa buraya gelen kuvvetin vazifesi geri dönmek değil, ölmektir, diyordu.
Cemal Paşa, kumandan ve kurmaylarına sordu:
-Muvaffak olmak mümkün müdür, değil midir?
Hepsi:
-Hayır, cevabını verdiler.
Ordu kumandanı, Fon Kress’in ısrarlarına rağmen, hemen ricat kararını verdi. Bu karar, on beş bine yakın Türk çocuğunun canını kurtarmıştır.
Çöle gömülen bir senelik Türk enerjisi, herhangi bir planın içine toplanır ve teksif olunursa, dört beş senede bir memleket yapmaya kafidir.
Türk enerjisi, ancak, planlaşmış, nizamlaşmış, inzibatlaşmış bir çarka takıldığı zaman mucizeler doğurur.
Türk, harbde kullanılmış, kıymetlendirilmiş, destanlaştırılmış, sulhte ise bırakılmıştır.
“En iyi çelikten yapılan, demiri et gibi kesen bu kılıç, sulh kılıfının içinde paslandırılmış, tekrar fırsat çıktığı zaman kanda yıkanmış ve ateşte parlatılmıştır.”
ATEŞ VE GÜNEŞ
“Ateş ve güneş”i Büyük Harbin sonlarında, hemen birkaç gün içinde yazmıştım. Bozgun havası içinde Türk ordusunun bütün destanının, kahramanlığının, ıstırabının unutulduğunu görüyordum. Orduya sövülmek moda idi.
Kitabın başında şunu diyordum:
“Ben de bilirim ki, Medine müdafaası, Çığtave gibi, Emden gibi, neticesiz bir eserdir. İstanbul’dan Aden’e üç bin asker yollamanın bir faydası olmadığını da düşünebiliriz. Fakat böyle bilmek ve düşünmek neye yarar?
“Ateş ve Güneş”in baş tarafını hiç sevmem. Çöl için yazdığım yazılar, “Zeytindağı”nda olanlardan farklı değildir. Yazdıklarımı, yazılanların en iyileri değildir, yegane yazılmış olanlardır. Onun için neşrediyorum.
BİRİNCİ DEFTER
Bu gündemleri 1330 senesinde ilk keşif seferine giden bir subayın harp notlarından alıyorum:
Kaç gündür kızgın yollardayız. Konak araları nizamnamenin gösterdiği müddete değil, içilecek suların bulunduğu yerlere bağlıdır. Bir sudan kalkıp öbür suya konuyoruz.
Ve su içmek değil, yapışık çamur yutuyoruz.
Kanal’a gidip boğulsak diyordum. Emdiğim çamurdan, dizlerimi artık bir demir mengene gibi sıkan yorgunluktan o kadar usanmıştım.
Doğrusu, pek az insanın dayanabileceği sıkıntılar çektik.
Aylardan beri görmediğim bir arkadaştı.
-sen ne yaptın? Diye sordum.
-Hiç... Ateşin durduğu bir zamanda, Kanala koştum. Bir avuç su ile ağzımı yıkadım.
...Kanal’ın suları içinde ölmüş olanlar da var. Hemen hiç talim görmeyen tulumlu askerler, hakikaten büyük bir cesaretle su içine atladılar.
İngiliz ateşi, Kanal’ın ortasını bir düz çizgi gibi yalıyordu. Şehitlerimizin çoğunu orada verdik.
Kanal seferinde, bizim için talih de aksi gitti.
Kanal’da develerimizin çoğunu kaybetmiştik. Anadolu çocukları ne dayanıklı adamlardır.
Size “Tanin” gazetesinden bir telgraf alıyorum:
Atina, 3 Ağustos. Kuvvetli bir Osmanlı keşif kolu, Süveyş Kanalı’nı geçerek Kantara’nın iki buçuk kilometre şimalinde şimendifer hattına vazettiği mevaddı infilakiyeyi ateşleyip hattı tahrip ve Süveyş Kanalı’nı dolaşan bir İngiliz devriye motorunu gark ve avdet etmiştir. (Demiryolu hattına koyduğu patlayıcı maddeleri ateşleyip tahrip etmiş ve Süveyş Kanalı’nı dolaşan bir İngiliz devriye motorunu batırarak geri dönmüştür.)
“Dünya barışı ve insanlığın huzuru Türk Birliği ve Gücüne bağlıdır. Türk’ün boyun eğdirildiği bir dünyada insanlık yerlerde sürünüyor demektir.”(Torlakon öğretisi)
İSTANBUL
Kudüs üzerinden Lut gölüne inmeyen hiç kimse Şeria vadisinin ne olduğunu tahmin edemez; orada toprak bile tebahhur eder, saatlerce mesafede kısa dallı hurmalarından başka bir şey yoktur.
Seyyahların batmadığı Lut Gölü, Peygamber İsa’nın yıkandığı Şeria, Filistin’in kuru, yavaş ve usandırıcı nehri ve şimdi vatanı müdafaa eden Türkler işte bu vadinin içindedir. Lut Gölü o kadar cansız ki çöl içinde çöl zannedilir ve Şeria ile gelen balıklar nehrin ağzında onun acı suyuna dokunur dokunmaz ölüp giderler.
Asıl Kudüs şehri Zeytindağı’nın arkasında olduğundan, yolcular Şeria’ya doğru ve Gerek Dağları üstünde Zeytindağı’nın en mürtefi yerinde bulunan Alman sanatoryumunu görürler. Siyah bir nokta gibi duran sanatoryum uzaktan Kudüs’ün müjdecisidir. Şimdi, bizim askerlerimiz, gözleri bu siyah noktaya saplanmış, Kudüs’ü görenlerin ruhu içinde Kudüs’ün sevgili hatıraları, görmeyenler hikayelerini düşünerek muharebe ediyorlar.
Tenha çöllerde Türklerin harbini görmeyenler Türklerin kahraman olduğunu nasıl anlayabilir?.. Irak, Çanakkale, Kafkasya, Galiçya ve Romanya cephelerinde her mevsime, her düşmana ve her iklime karşı harp eden bu cesur adamlar Herkül’ün on iki imtihanını verdiler.
Hicaz hattının Medine’ye kadar hiçbir kasabadan geçmeyen sonsuz güzergahını tasavvur ediniz: Burada bir müfreze kum üstünde bir küçük taştır. En uzun tren bile yürürken kendini yalnız, dağlar başında kalmış bir kuvvetsiz adam kadar yalnız hisseder.
Bir gün binlerce ufkun biri birkaç sivri nokta üzerinde bükülür. İşte bir avuç askerin iki seneden beri Muhammed için dövüştükleri yer burasıdır.
“ZEYTİNDAĞI” HAKKINDA ÇIKAN TENKİTLERDEN BAZILARI
“...Zeytindağı’nı seve seve okudum. Zaten başladıktan sonra bırakmak kabil değil. Bence bu yeni kitabında Falih Rıfkı’nın üslubu, öbür kitaplarından daha göz kamaştırıcıdır ve zannedersem en güzel haline vasıl olmuştur. Zeytindağı, bugünkü Türkçe ile ne kadar kuvvetli image’lar yapılabileceğine sağlam bir delildir.”
Nurullah ATAÇ
“...Falih Rıfkı’nın son eseri Zeytindağı, Cumhuriyet devri edebiyatının en büyük hadiselerinden birini teşkil etti. Falih Rıfkı’nın bize hatırlattığı devir, Türk milletinin geçirdiği ve geçirebileceği felaket devirlerinin en facialısı, en dehşetlisi ve ruha en çok bezginlik verenidir. Eğer, muharririn keskin ve yüksek zekası bu devir üstüne berrak bir aydınlık gibi aksetmemiş olsaydı, biz ona doğru başımızı çevirip tekrar bakmak arzu ve cesaretini kendimizde bulamayacaktık.
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
Fikir Hareketleri: 14 Şubat 1953; Matbuat Hayatı sütununda “ZEYTİNDAĞI” için yazılan yazıdan bir parça:
“...Falih Rıfkı bunları yazmaya başlarken, Türk edebiyatına ve Türk vatanına bu kadar kıymetli bir yadigar bırakacağını ihtimal ki ümid edemedi. Buna tevazu belki mani oldu. Fakat Zeytindağı’nda nasıl Türk’ün o acı günlerini bütün neşeleri, heyecanları ve ıstırapları ile yaşatmışsa kendi şöhret ve sanatını da Türk edebiyatında çok yükseklerde ve ilelebed diri tutacak bir abide yaratmıştır.”
Hüseyin Cahit YALÇIN
ZEYTİNDAĞI-Falih Rıfkı ATAY
Pozitif Yayınları-Aralık 2009 (Orjinali-1932)