İNSANLARIN İÇİ
Vaktiyle adaletli bir hükümdar vardır. Bu hükümdar, ülkesinde olup bitenlere kafa yormaktan ve halkın sorunlarıyla ilgilenmekten kendi yakın çevresini göremez olur.
Birgün vezirler kendilerini alamayıp;
--- Ulu hünkârımız, müsaade buyurursanız bir maruzatımız olacak.
*** Deyin hele!
--- Haşmetli sultanımız! Siz ki adaletinizden tüm tebânızın razı olduğundan zerre şüphemiz olmayan bir idarecimizsiniz. Halkımızı huzur ve bolluk içinde yaşatıyor, ülkemize de çok güzel yakışıyorsunuz. Fakat ne yazık ki sizin şanınıza yakıştıramadığımız bir durum söz konusu…
*** Neymiş o? Çok merak ettim, tiz dilden söyleyin hele!
--- Sultanımız! Hani sizin bir karındaşınız vardı ya…
*** Ee, n’olmuş benim kardaşıma?!
--- Ulu devletlimiz, sizin o kardeşiniz çok pejmürde miskin bir hayat sürer, insanlardan köşe bucak kaçar, yabanda yazıda yaşar ve kırda bayırda yatar olmuştur. Bu hâl bizleri şahsınız adına ziyadesiyle üzmektedir… Koca sultanın kardeşi meczupça yaşasın, olacak iş mi?
*** Peki ne duruyorsunuz? Tiz elden bulunup huzuruma getirile!
…
“Mücevherse ürettiğim, elden ele taşınıp gerdanlara asılacaktır.
Gübre ise ürettiğim, el değmeden taşınıp mezbeleye basılacaktır.”(Torlakon öğretisi)
…
Neden sonra hükümdarın kardeşi bulunup zorla saraya getirilir. Ne kadar ısrar edilse de, neden böyle davrandığı –insanlardan kaçıp durduğu- konusunda ağzını bıçak açmaz. Etrafın ilgisi ve sorgusundan adamakıllı bunaldığı bir sırada “Bana helânın yerini gösterin” der. Derhal helâya iletilip rahatlamasının sağlanacağı düşünülür.
Fakat o da ne? Helâya giren kardeş bir türlü çıkmak bilmemekte, kapıyı açmamakta ve hiçbir cevap da vermemektedir.
Durum hükümdara bildirildiğinde de “Kapının kırılması” şeklinde ferman buyurulur…
Helânın kapısını kırdıklarında bir de ne görsünler? Kardeş, helâdaki ayak taşına kulağını dayamış hiç sessiz beklemektedir.
--- Hey sen! Ne yapıyorsun orada?!
-*-* Necasetlerinen gonuşuyorum abey!.
--- Necasetlerle mi konuşuyorsun? Peki ne anlatıyorlar sana?...
-*-* Diyorlar ki; “Biz baldık kaymaktık, kebaptık börektik… Türlü türlü meyveydik. Ademoğulları bizleri içlerine alırken büyük bir arzu ve hevesle davrandılar. Kokumuza, görüntümüze ve lezzetimize bayılıyorlardı… Bizleri ezip öğüterek tanınmaz hale getirdiler. Sindirip, güç derman kazandıktan sonra da posamızı tiksinerek işte bu çukurlara attılar. Şimdi bizlerin ne kokusuna tahammül edebiliyorlar ne de görüntüsüne. Oysa bizleri bu hale getirenler kendilerinden başkası değildi. Bu nasıl bir nankörlüktür?” diyorlar. Şimdi söyleyin bakayım bana haksızlar mı? İşte onun için içlerine girmeyip kaçıyorum insanlardan. Benim de önce posamı çıkarıp sonra da tiksinmelerini istemiyorum…
--- …?!
(Filozof TORLAKON)