BATI TOROSLAR’DA BİR ÇOBAN ÜMMET
(Bu ülkede saklı kalmış çileli bir hayatın öyküsü)
Batı Toroslar’da bir Çoban Ümmet.
Yaşlı ana, hasta kadın ve kendi.
Oğul evde yatalak.
Yatalak da ne ola?
Peki, genç oğul niçin yatalak?...
* * *
Köyleri bir dağ köyü.
Her işlerini kendileri görmek durumundalar;
Tarla-tapan, iş-güç, pazar-davar, kır-kımaç…
Çocuklarını askere gitmeden evlendirmeleri de bu yüzden.
Büyük oğlan askerden dönmeden daha, küçüğü de gider.
Bir an önce teskereyi alıp köyüme döneyim diye de hiç izin kullanmaz…
Karda-kışta, çamurda-buzda, ıslakta-ayazda fena üşütür ağabeyi.
Zemheri ayazında düşer Munzur çayına.
Cehennem deresinde koşar hainlerin peşinden.
Aç, susuz, bitkin ve terli.
İflas eder ciğerleri…
Fazla da yaşamaz köye dönünce.
Aniden yığılıverir, işyerine gelince…
* * *
Neden sonra döndüğünde küçük oğlan;
“Ağam ortalıkta gözükmüyor. Yoksa şehre çalışmaya mı gitti?” diye sorar.
“Senin ömrün uzun olsun be oğul” der, etraftaki büyükler.
Onlar böyle derler demesine de;
İnme mi derler, felç mi, yoksa nüzul mu?
Doktorların “paralizi” dedikleri şey mi?
Her neyse, gidiverir dizlerinin dermanı ve iniverir oracıkta.
İşte o gün bu gündür oğul evde yatalak.
Siz deyin ki; kötürüm…
* * *
Batı Toroslar’da bir Çoban Ümmet.
Yaşlı ana, hasta kadın ve kendi.
Oğulların yadigarı torunlar köyde bakıma muhtaç.
Dert dert, çile çile üstüne.
Ümmet’in başında iki tel saç, yengenin ağzında da ikiceğiz diş kalmış.
Yaşlı ana da son günlerini sayıyor.
Gülüyor, her şeye rağmen yüzleri.
Hele de bir yolu oralara düşen birileri oldu mu, değmeyin keyiflerine.
Tanrı misafiri sayarlar, dağlara çıkıp gelen her kulu.
Neyi var nesi yoksa döker gelenlerin önüne.
İşte gönlü geniş Anadolu insanı bu…
Kadim dostları Torlakon’un yaylaya gelmesine pek bi sevinirler.
“Günah-vebal” arıtırlar boynuna; eğer pırasa bükmesi ikramını geri çevirirse.
Heybesindeki azığı paylaşmak en güzel duygudur Onlar için.
Binbir çile içinde bile yüzleri gülen bu canlara bakarım da,
gülümsemeye çalışırım; gözyaşlarımı kaçırarak…
Ben de zaten “sulugözlü” bir deliyimdir;
bahane buldum mu ağlarımL…
Tek geçim kaynakları koyunlarıdır.
Yaylanın havasını da paylaşırlar onlarla, suyunu da, hayatı da.
Hani şu “çobanı da, kurdu da, çoban köpeğini de besleyen” zavallı koyunlar…
Kuraklık yüzünden ne ot bulunabiliyor köylerde ne de saman.
Onun için de yaylaya çıkmak zorunda oluyorlar.
İnsan yüzüne aylarca hasret kalıyorlar.
Kötülük nedir bilmiyor; her şeyi iyi yandan görüyorlar.
Kendi dertlerini unutuyor; memleketin geleceği için akıl yoruyorlar.
Dağların gecesinde alaca baykuşların seslerini yorumlamaya duruyorlar.
Bilmem kaç kerede dağların koyaklarında kayıp kuzuları arayan sığırtmaç çocuğa seslendiğini düşünüyorlar;
“Yusuuuf! Kuzuları buldun mu leeyyn?!!!...”
Yusuf kuzuları bulamadıysa yardım etmeyi düşünüyordur baykuşlar.
Hem, gözleri ormanın zifiri karanlıklarında gizlenenleri bile iyi görür değil mi?
Üstelik, bir küçük çocuğu azar yemekten kurtarmak büyük sevap olmalıJ…
Issız dağlardaki daimi komşuları da karşı yaylada konaklayan Yörük Osman.
Ara sıra ünner(seslenir) karşı yamalarda koyun gezdiren Osman’a Ümmet:
“Osmaaan!... Canavar ne yanda, ne yanda?!...”
Cevabı gecikmeden gelir yankılanarak:
“Dört bi yandaa, dört bi yandaaa!!!...”
“Canavar” düşmanı ifade eder;
Hani şu (su uyusa bile) uyumayan düşmanı.
Hep gaflet anını, zayıf yanını gözetip duran düşmanı.
Dört bir yanı düşman tarafından kuşatılmış Anadolu yaylasında yurt kuran Türk insanının her dem uyanık olması gerektiğinin bilincinde; Osman da, Ümmet de…
Onlar, ülkeyi yöneten çobanların halini merak ediyorlar.
“Bize hesap sorun!” diyorlar.
“Geçen yıl kaç koyun vardı, bu yıl kaçı var?... Kaç kuzu doğdu, kaçı hayatta?... Kaçını ihtiyaç için sattık, kaçını bıraktık?... Kaçı kayadan düştü, kaçını yılan soktu, kaçı kanyaşından zehirlendi?... Kaçına yıldırım çarptı, kaçını canavar kaptı?... Sorun bütün koyunların hesabını bize.
Akbabalar yesin leşlerimizi; eğer bir tek koyunun hesabını veremezsek bile.
Biz koyun çobanıyız ve koyunlardan hesap veririz.
Vatan için yetiştirdiğimiz oğullarımızın nerelerde askerlik yaptığını da gururla söyleriz.
Ülkeyi yöneten Ankara’daki çobanlardan hesap sormak da en doğal hakkımız.” diyorlar…
“Geçenlerde bir yürüyüş öbeği geldi Ankara’dan” diyor Ümmet ve devam ediyor:
“46 Kişiydiler. Zirve yürüyüşü için gelmişler. O gün de koyunlardan biri kayaya çarpmış, ayağı kırıktı. Bir koyunun bizim için ne kadar değerli olduğunu bilirsin. Her şeyi hayra yorayım dedim. Bu koyun, bu misafirlerimizin nasibidir; kesivereyim de gönülleri hoş olsun. Hem bu vesileyle sadakamız olur, bir bela kovulur diye düşündüm. Dallardan kestikleri şişlerle kendilerine bir güzel ziyafet çektiler. Geride bıraktıkları çer çöpü de “Yörük”le beraber temizledik…
Onlara; Ankara’da neler oluyor gençler? Memleket nereye doğru gidiyor? diye bir iki soru sorduğumda;
‘Bizim siyasi işlere aklımız ermez. Biz dağlarda yürüme işinden anlarız. Nerelere urgansız çıkılmaz; hangi zirvelere ne malzeme gerekir, mola yerleri nereleridir onları hesaplarız’ diye cevap verdiler… ‘Memleketi satmışlar dayı, satmışlar!’ dedi bir diğeri de.
İyi de evlatlarım, memleket satılırken sizler nelerle meşguldünüz? Vatanın dağı taşı satıldığı zaman sizler hangi patikalarda özgürce dolaşabileceksiniz? Kekik kokulu hangi yaylaların havasını ciğerlerinize çekebileceksiniz?... Duyduğuma göre Kocapınar suyunu bile gavura satmışlar. Peki gavur yarın çıkar da ‘Bu suyu sizlere değil, kendi dindaşlarıma-soydaşlarıma satacağım’ diyecek olursa, sizler hangi pınarın suyunu içebileceksiniz?... Görüyorsunuz ki kuraklıktan her yer cayır cayır yanıyor. İklimler alt üst olmuş durumda. Gelecek savaşların en önemli nedeninin de susuzluktan olacağını bas bas bağırıyorlar. Zaten her şey de ayan beyan ortada. Aklımızı başımıza almazsak, bize emanet edilen bu güzel vatana sahip çıkamazsak, ne sizlerin özgürce yürüyüş yapacağı dağlar, ne de bizlerin koyun yayacağımız yaylalarımız kalır. Ben sizlere soruyorum; sizler de gidin Ankara’daki çobanlara sorun, diye uyardım…”
* * *
O böyle söylüyor. Okuma yazması olmasa da O her şeyin farkında.
Bu ülkede duyulmamış bir hayatın baş kahramanı O.
O hem yoksul, hem de çile demeti.
Batı Toroslar’ın Çoban Ümmet’i.
Yaşlı ana, hasta kadın ve kendi.
Oğul evde yatalak…
30 Temmuz 2007
TORLAKON
“Fedâkârlık denen şey olmasaydı, ne vatandan ne de insanlıktan eser kalırdı.”(Torlakon öğretisi)
Duydum ki rahmete ermiş çileli Çoban.
Izdırapları gayrı tamam olmuş.
15 Mart 2009’da göçmüş bu dünyadan.
Kanser akciğerlerinden vurmuş…
Peki;
Hiç sigara veya alkôl kullanmayan,
Kekik kokulu yaylaların havasını soluyan Ümmet’i
Dert akciğerinden niçin vurur?
Cevap bir Türkümüzden geliyor;
“Kader torbasına elim uzattım,
Alnımın yazısı karalı çıktı.
Ecel defterine bir yol göz attım,
Dertlerim içinde sıralı çıktı.”
Çile yükü nefesini kesiyor olsa da
Yüzünden gülümsemeyi hiç eksik etmeyen,
Gam kasavet ve keder onu boğsa da
Üzüntüsünü etrafına hiç belli etmeyen,
Gözyaşlarını hep gizlide ve kuytularda döken,
Şahidi bir Mevla, bir de koyunları olan
Kanlı gözlü Çoban’ın ciğerini kanatıp çürüten
Derdin çaresi bulunamaz mıydı?
“Bu hesabı kim çözerse bir baksın.
İsterse toplasın, isterse çarpsın,
Hasta can veriyor doktor ne yapsın,
Ciğer parça parça yaralı çıktı…”
Baba gidince ne yapsın yatalak oğul Çetin?
İki koltuk değneğiyle düşer koyunların ardına;
İbretlik bir yaşantıya yeni ibretler eklemek,
Çileli ve çetin hayat koşullarına direnmek adına…
…
Nur içinde yatsın benim çileli Çoban’ım.
Birkaç kişi tanıyordu onu hayattayken,
Gayrı tüm Türkiye tanıyacak.
Üç beş kişi biliyordu sırtındaki çile yükünü,
Şimdi herkes bilip anlayacak…