GÖZDEN PERDE KALKARSA
Otuzlu yaşlarda aramızdan ayrılan ve sırlarını benimle paylaşan bir dostumun gözleri aralık idi. Hacıbayram camisinde namaz kıldığı günlerde, cemaatin arasında veya cami avlusunda, başkalarının hiç farkında olmadığı nur yüzlü insanlar gördüğünü ve onların ellerine sarılıp öptüğünü anlatırdı. Hatta bir seferinde birinin elini öperken, yanında olan babasının “Oğlum ne yapıyorsun sen kendi kendine, yoksa kafayı mı yedin?” dediğini söylemişti.
Bu dostum yine birgün; “Abi, iki gecedir evime gelen kayınbabam ‘Yanıma geleceksin” diyor. Bu ne demek? Kayınbabam öleli yıllar oldu. Yoksa ben de mi öleceğim?” diye sormuştu gülümseyerek…
Ruhların dereceleri farklı olduğu gibi, özgürlükleri de farklıdır. Kimi yüksek ruhlar, cesetlerinden ayrıldıktan sonra daha etkin olurlar. Çünkü, dünya telâşeleriyle de uğraşmaktan kurtulmuşlardır. Buradaki olay bir rüya olmadığına göre, vakit yakın olmalıdır da. Acaba kayınbabanın yanına hangi sebeple gidilecektir? Akla gelen binbir türlü ölüm nedeninden hangisiyle emanet teslim edilecektir? Trafik kazası mı, iş kazası mı, kalp krizi mi, beyin kanaması mı, banyoda düşerek mi, kör kurşuna hedef olarak mı vs., hangisi hangisi???...
Çoğu zaman olduğu gibi, belki de hiç aklına gelmeyen bir nedenle ayrıldı aramızdan: tüm aile sobadan zehirlenip komaya girmiş; anne ve iki oğul komadan çıkarken, baba çıkamamıştı…
* * *
Evrenkent tahsili yıllarımda kaldığım kerpiç viranenin karşısındaki apartmanda oturan bir gazeteci sayesinde, basına yansıtılmayan olaylardan da haberdar oluyordum. Bunlardan birisi çok çok iğrençti ve insanı insanlığından utandırıyordu. Bu olayı hiç istemeyerek ve ciğerim paralanarak (ruhların haberdar etmesiyle ilgili olduğu için) anlatıyorum:
Lisede okumakta olan bir kızcağız, yakalandığı kanser illetinden kurtulamayıp vefat eder ve büyükşehrin mezarlığına defnedilir. O günün gecesi kızcağız annesinin rüyasına girer ve “Mezarımda hiç rahat değilim, n’olur beni kurtarın anne!” der. Anne de küçük oğluna; “Yavrum şu ibriğe su koyalım da git ablanın mezarına serpele, dağınıklık varsa da toparla gel.” diye tembihler. Mezara giden delikanlı afallar, çünkü mezar açılmıştır. Derhal eve gelir ve durumu annesine bildirir. Anne de gider bakar ki kızı mezarda yok. Olay polise bildirilir. Durumun anlaşıldığını gören mezar bekçisi de kulübesini kilitleyip kaçmıştır. Polis kulübenin kapısını kırar ve kızın cesedini de ranzanın altına saklanmış ve tec. uğrmş. olarak bulur…
“Ademoğlunun en yoksulu, vicdandan yoksun olandır.”(Torlakon öğretisi)
“Kullar cennete Tanrı’nın yardımıyla, cehenneme ise kendi gayretleriyle girerler.”(Torlakon öğretisi)
“Herkes insan değildir. İnsan, cana yapılan haksızlığı kendine yapılmış gibi tepki veren canlıdır.”(Torlakon öğretisi)
Vaktiyle bir mezarcı, vefat eden bir ağa için çukur kazdığında, gözlerinin perdesi kalkar ve korkunç bir manzarayla karşılaşır. Mezarın içi, dünyada benzeri olmayan ürkünç yaratıklarla doludur. Orayı derhal kapatır ve başka bir yere kazar. Durum ikinci mezarda da aynıdır. Orayı da kapatır ve üçüncüsünü kazar. Bunda da bir farklılık olmayınca “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Hadis-i Şerif’ini hatırlayıp bir başkasını kazmaktan vazgeçer.
Ağanın cesedini getirip kabire koyduklarında, cesede üşüşen yaratıkları gören mezarcı düşüp bayılır. Oysa diğer insanlar hiçbir şeyin farkında değildir. Ağanın yakınları mezarcıyla yakından ilgilenir ve “Ağamızı çok seviyordu da ölümüne bu kadar üzülüp düştü bayıldı herhal” diyerek izzeti ikramda bulunurlar. Fakat kendine gelen mezarcının ağzını bıçak açmamaktadır. Hiçbir söz etmez ve bir daha mezar da kazmaz…
Aradan bir süre geçer ve mezarcıya tekrar ricada bulunurlar; “Bir garip öldü. Kimi kimsesi de yok. Mezarını senden başka kazacak kimse de yok. Gel inat etme de bir hayra gir!”… Bizimkisi ısrarlara dayanamaz ve kazmak zorunda kalır. Fakat bir de ne görsün; mezarın içi dünyada benzeri olmayan çiçeklerle dolu ve anlatılamaz güzellikte kokmaktalar. Yukarı çıkmadan önce bir tanesini koparayım der. Fakat ne mümkün; bütün gücünü harcadığı halde çiçeği koparamamıştır. Bir daha mezar kazmayan, suskunluğunu sürdürüp duran ve elleri hep burnunda gezen mezarcının dilini yirmi yıl kadar sonra birileri çözmeyi başarır. O da başından geçenleri anlatır ve; “İşte o koparamadığım çiçek vardı ya, onun eşi benzeri olmayan kokusu yirmi yıldır elimden gitmez. Bundan dolayı hep elim burnumda gezerim.”
Bir vakit gözümün perdesi hafif aralanır gibi olmuştu da, aklımın yarısı uçmuş; hayat yaşanılır olmaktan çıkmış; kendimi dağlara vurmak zorunda kalmıştım. Kısacası; gözlerden perdenin kalkması, her babayiğidin kaldırabileceği bir yük değil. Hele benim gibi yarım akıllıların hiç değil.
Esen kalsın kavim kardaş…
Filozof TORLAKON