“Mutlu bir adamın hayat hikâyesi olmaz”
Aliya İzzetbegoviç 1925 yılında Bosna Hersek’in Bosanski Samac şehrinde doğar. Babaannesi Üsküdarlı bir Türk kızıdır. Aliya iki yaşına geldiğinde ailesi Saraybosna’ya taşınır. Aliya’nın hayatının önemli bir kısmı burada geçer. Saraybosna’da hukuk eğitimi görür ve avukat olarak çalışır.
Genç yaşlardan itibaren İslam’a ve Müslümanların sorunlarına ilgi gösteren Aliya, Genç Müslümanlar Örgütü’ne üye olduğu gerekçesiyle 1946 yılında üç yıl hapse mahkûm edilir. Kendini İslami mücadeleye adayan Aliya, İslam Deklarasyonu’nu yayınlar ve 1983 yılına gelindiğinde tekrar mahkûm edilir. Bu sefer cezası 14 yıldır. Bu cezanın 5 yılını bilfiil hapiste geçirir. Yugoslavya’nın dağılma sürecine girdiği dönemde Demokratik Eylem Partisi’ni kurar ve genel başkanlığa seçilir.
Komünist yönetimin çökmesiyle birlikte yapılan ilk serbest seçimlerde Bosna Hersek Federal Cumhuriyeti Devlet Başkanı olur. Sonrasında 20. asrın en kanlı ve en vahşi katliamına maruz kalan bir halkın, Sırp ve Hırvat güçlerine karşı verdiği mücadelenin bayraktarlığını yapar. 1995 yılına gelindiğinde savaşı sona erdiren Dayton Anlaşması’nı imzalar ve 1996 yılında yapılan seçimlerde üçlü başkanlık konseyine seçilir. Uluslararası gücün baskılarına karşı çıkan Aliya, 2000 yılında sağlık nedenlerini gerekçe göstererek başkanlık görevinden istifa eder. Tarih 19 Ekim 2003’ü gösterdiğinde hayatı zindanlarda mahkûmiyet, meydanlarda da mücadeleyle geçen Bilge Kral, Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Bosna-Hersek’in efsanevi lideri Aliya İzzetbegoviç’i vefatının 6. yılında rahmetle anarken, hapiste bulunduğu 1983-1988 yılları arasında yazdığı “Özgürlüğe Kaçışım” isimli kitaptan derlediğim notları da Aliya’nın “Bilge Kral” kimliğinin hatırlardan çıkmaması vesilesiyle istifadelerinize arz ederim.
● Dünyayla karşı karşıya geldiğinizde yenilgiden kurtulmanın tek bir yolu vardır. Hatta o bile emin bir yol değildir ama mümkün olan tek yoldur: Aranızdaki güç orantısını kendi lehinize harekete geçirecek olan sizsiniz. Her biri sizden daha kuvvetli ve ağır olan binlerce şeyi harekete geçirmek ve değiştirmek yerine dünyanın üstünde olmak üzere kendinizi güçlendirirsiniz. Bunu yapabilirsiniz, en azından bir dereceye kadar bu sizin gücünüz dâhilindedir. Dünya ise büyük ve fethedilemez bir şeydir. Geçeceğiniz tüm yolları deriyle kaplayamazsınız, ama kendiniz ayakkabı yapabilir, ayağınızı deriyle kaplayabilirsiniz, netice yine aynı olacaktır. İçinde bulunduğumuz dünyaya ve şartlara hükmetmenin tek yolu budur. Yaşlı insanların kalın elbiseler giydiklerinde bile niçin üşüdüklerini düşündünüz mü hiç? Çünkü onların kendi hararetleri yoktur. Dışarıdaki soğuğa direnmenin en iyi yolu, kanınızı harekete geçirmek ve böylece kendiniz içeriden sıcak tutmaktır. Tek gerçek çözüm yolu budur.
● Istırap hissinden veya hissizliğinden, onun insan hayatındaki ve tarihteki rolünden bahsedilebilir; fakat onu hepimizin hissettiği kesindir: Istırabın terkibi asildir, asil bir maddeden yapılmıştır!
● Ölüm vakıası tüm standartlarımızı değiştirir. Çünkü bu vakıayla yüzleşildiğinde hiçbir akli düşünce ve değer nizamı onunla baş edemez. Bunu sadece sevgi, inanç, nefret, gurur ve intikam gibi güçlü tutkular –ki akıl bunları reddeder- yapabilir. Belki de bu baş etme o tutkuları birçok kimse katında meşrulaştırır.
● Allah, hayvanlardan farklı olarak bizi dik yürür şekilde yarattı. Çoğu insan bu imtiyazı kullanmaz, hayatlarının çoğunda eğilirler, hatta sürünürler. Allah’ın bu büyük nimetini, dik yürümeyi reddetmek nankörlük değil mi?
● İnsan “sosyal bir hayvan” değildir. Ne kadar insan olursa o kadar kişi halini alır, yalnızlığa doğru o kadar daha fazla çabalar. Sıradan ortalama bir insan, diğer insanları sevdiği için değil, fakat kendi kendine yetersiz olduğu için sosyal ve girgindir. Bu, tekdüzelikten, boşluktan, kişinin kendi hayatından bir kaçıştır. Sathi bir kişi, yalnız kalmayı sevmez; bunun tersi de doğrudur, hakiki bir ruhani adam, bir rahip, bir münzevi tüm hayatı boyunca yalnız kalabilir.
● Ölümün varlığı, hayat resmine gerekli koyu gölgeleri verir. Bunlar olmasaydı o resim soluk ve anlamsız olurdu. Ölüm içermeyen bir roman veya dram eksik görünür.
● Sarhoşlar arasında ayık bir adamın bulunması komik bir durumdur. Çünkü sarhoşlar topluluğunda sarhoşlar çoğunluktadır ve normalliğin ölçüsünü onlar koyar. Böyle bir toplulukta ayık bir adam anormal görülecektir.
● Her gerçek sanatçının eserinin esas olarak otobiyografik olduğunu söylediğimizde, kahramanlarının başından geçen maceraların yazarın kendi hayatından alınmış hadiseler olduğunu kesinlikle kastetmeyiz. Sadece dâhili yaşantılar, çelişkiler, şüphe ve elemler - özellikle de elemler- ile ilgili tasvirlerin kişinin kendi hayatıyla ilgili olduğunu kastederiz. Çünkü hiç kimse başka birinin elemini tasvir etmemiştir, bu mümkün de değildir. Her yazarın tasvir ettiği elem kendisinindir; geçmişte veya gelecekte olabilir, fakat başka birine değil, sadece kendisine aittir. Bu anlamda her roman, esas kısmı itibariyle otobiyografiktir.
● Gerçek bir yazarın özelliği nedir? Her şeyden önce anlayış yeteneğidir. Dünyadan sanki gözleri kapalı geçip giden ve hayatlarını tüketen insanlar vardır. Gerçek bir yazar bunun tamamen zıddıdır, bir fotoğraf camı kadar hassastır.
● Niçin daima ahlakiliği takdir ederiz de ahlak konuşmalarını küçümseriz? Çünkü ahlakilik bir harekettir, ahlak konuşmaları ise bir sözdür. Ahlakilik kendinize yönelik bir taleptir, ahlak konuşmaları ise başkalarına yönelik bir taleptir. Ahlakilik daima ahlaki olmasına karşın, ahlak konuşmalarının çoğu kere riyakâr, dolayısıyla gayrı ahlaki oluşunun sebebi budur.
● Kanuna riayet eden doğru bir insan zorunlu olarak ahlaklı biri değildir. Davranışın şekli doğruluğu alışkanlığın veya korkunun neticesi olabilir. Alışkanlık ahlaklı olmak demek değildir, hele korku hiç değildir. Sadece vicdana dayalı hareketler hakikaten ahlakidir. Tıpkı namaz ve oruç için vicdani bir karar vermek gibi. Hadımlık namusluluk örneği olamaz.
● İnsan hayatında değerli olan her şey, insanın tüm iyi hisleri, imrendiğimiz ya da iftihar ettiğimiz tüm başarıları gayriaklidir (irrasyoneldir). Akli (rasyonel) olan sadece insanın bencilliği ve çıkarıdır.
● Halk ve kalabalık aynı şey değildir. Bu farkı çok iyi bilen demagoglar bunu kendi amaçları için bolca kullanırlar. Halk, dâhili şuur, ahlak ve ideal prensibini kaybettiğinde kalabalık haline dönüşür. Şuursuz halk, sürü halini alır. Sürü, idealsiz ve şekilsiz bir insan kalabalığıdır; her biri kendisi için yaşayan ve daha yüksek ve daha içtimai bir şuur taşımaksızın, hatta bir isim bile taşımaksızın sadece kendi çıkar ve arzuları olan bir fertler topluluğudur. Halkın idealleri vardır, sürününse sadece arzuları. Sürüyü tarihi yolun sonunda, yıkılışın eşiğinde görürüz. Bunun tipik bir misali, Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı öncesinde var olan Romalı lümpen proleteryadır. (*)
● İnsanlar, toplumlar ve siyasal sistemler arasındaki gerçek farklılıklar amaçlarda değil metotlardadır. Dolayısıyla amaçlar hakkında fazla soru sormayın. Çünkü ilan edilmiş amaçlar daima yüce ve iyidir. Metotlar hakkında sorun ya da metotları gözlemleyin. Bu asla yanıltmaz.
● Taklit en açık kabul ve onaylama biçimidir.
● Hüzün ile kayıtsızlık arasındaki tercihim her zaman hüzünden yana olacaktır.
● Mutlu bir adamın hayat hikâyesi olmaz.
( Genç Gelişim Dergisi – Ekim 2009 )
(*) “Arkadan giden koyunlar önden gidenlere nereye götürüldüklerini soramazlar. Sorabilselerdi koyun olmazlardı.”(Torlakon öğretisi)