TÜRK GARİP OLMAYA!…
Eski zamanlarda İleri görüşlü bazı kimseler, uzak geleceğe ilişkin öngörülerini ifade ederken “Bir zaman gelecek” diye söze başlar ve olacakları sıralarlarmış:
“Bir zaman gelecek, demir havada uçacak.”
“Bir zaman gelecek, evin ortasında ateş yanacak.”
“Bir zaman gelecek, Kars’taki yumurta İzmir’den görünecek.”
“Bir zaman gelecek, bir alet çıkacak. Binbir telli sazı, binbir dilli sözü olacak.”
“Bir zaman gelecek, insanlar, hasta tavuklar gibi toplu halde ölecek… İnsan garip olacak. İslam garip olacak…”
Bu sözleri duyan kimseler de mantık yürütürlermiş, kendi heybelerindeki tecrübe ölçüsünce:
“Attığımız okların ucundaki demir de havada uçmuyor mu?”
“Evin ortasında ateş yanarsa, duman nereye gidecek?”
“Arada dağlar olmasa, Kars’taki yumurtayı ben de görürüm!”
“Zaten insan bu dünyaya garip gelmiiiş, garip gider!”
İnsanların dumanla haberleştiği bir çağda, uçak, helikopter, füze gibi nesneleri tahayyül edebilmek, sıra dışı şahsiyetlerin harcı elbette. Üstelik insanlar, soba-boru gibi nesneleri bile hayal edemeyip “Duman nereye gidecek?” diye sorup dururlarken, “binbir telli sazı, binbir dilli sözü olacak” diye tarif edilen aletle, günümüz internetini binlerce yıl öncesinden tahayyül edebilmek, ilahi ilhamların eseri olsa gerek…
“Doğru bilgiyle desteklenmeyen mantık terazisi yanlış tartar.”(Torlakon öğretisi)
Garipliğe gelince:
İnsanın garip olması demek, İslamın garip olması demek.
İslamın garip olması demek, Türk’ün garip olması demek.
Dolayısıyla;
“Dünya barışı ve insanlığın huzuru, Türk Birliği ve gücüne bağlıdır. Türk’ün boyun eğdirildiği bir Dünya’da insanlık yerlerde sürünüyor demektir.”(Torlakon öğretisi)
Türk Milleti’nin gariplik zamanını “Beğ olmaya layık oğlun köle, hatun olmaya layık kızın cariye!” diye özetleyip yakınan Bilge Kağan; “Ey Türk! Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini töreni kim bozabilir! Titre ve kendine dön!” diye uyarmaktadır; bundan tam onüç asır önce(684-25 Kasım 734).
En son 20. Yüzyılın başlarında garipliğe düşürüldü Türk insanı. Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Afrika’da, Arap Yarımadası’nda… Kiminde ateşe atıldı, kiminde asit havuzlarına. Kiminde buz kesip dondu, kiminde de çöl sıcağında kavruldu. Arap’ın namusunu korumak için gittiği çöllerde, kafirin aklına uyanların ihanetiyle arkadan vuruldu. Anadolu’da arkada bıraktığı ana-bacısının namusunu koruyacak kimsesi kalmamıştı. Dünkü kapı kulları olan üçbuçuk Yunan ve Ermeni’nin ellerinde maskara edildi, Tanrı’nın asil yarattığı bir millet. Fakat çok geçmeden kırdı zincirlerini “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek.
Çünkü, esaret yazmıyordu Türk’ün hayat kitabında.
Gariplikten kurtuluş için nice canlar feda ediyordu.
Yokluk içinde, çile-ızdırap deryasında yüzerek,
Özlemlerini, sevdalarını toprağa gömerek,
Dişiyle tırnağıyla mücadele ediyordu.
Dünya mazlumlarına örnek olacak bir efsane ortaya koyuyordu.
Bir defa yazdığı istiklal marşını, bir daha yazmak istemiyordu.
Fakat O’nu garip kılmak isteyen kalleşler peşini bırakmıyordu.
Oysa çok hoşgörülüydü bu millet çok.
Yeryüzünün ve insanlığın yüzakıydı.
Daha hakkıyla hesabını sormamıştı Yunan’dan işgalin.
Aynısıyla karşılık vermemişti Ermeni’ye, yaptığı işkence ve zulmün.
Daha dünkü gün tekrarlamıştı Karabağ’da vahşiliğini Ermeni.
Hesabı sorulmadan duruyordu.
Türk Dünyası’nın üstünde gezip duruyordu gariplik bulutları.
Tanrı Dağları’nın bozkurdu, Toroslar’da tutsak edilmek isteniyordu.
Oyun içinde oyun, ihanet üstüne ihanet.
“Ergenekon” adıyla tutsak edip boğmak istiyorlar şimdi de.
Anadolu vadisinden de güçlenerek çıkmasını istemiyorlar.
Oyunun arkasında yine küresel haydutlar.
Garip olan yine Türk’ün evlatları ve vatanı.
Türk Yurdu’nu ve insanını garipleştirenlerin canı Cehennem’e!
Milleti birbirine kırdırarak ayakta kalacak olan düzenin canı Cehennem’e!
Darbelerle ülkeyi geri bıraktıran, soyduran ve borca batıranların da canı Cehennem’e!...
Binbir fedakarlık ile oluşturulan fabrika ve kurumlar haraç mezat satılıyor.
Vatan toprağı gavura satılıp, ardından da; “N’olmuş yani! Toprağı satın alan, yanında alıp götürmüyor ya!” diye dayılanılıyor. (Filistin’i de böyle satmışlardı. Şimdi Yahudi’nin zulmü altında inleyip medet istiyorlar.)
Teröre karşı panzehir olarak kurulan oluşumların denetimi gavura kaptırılıyor. Devletine bağlı otuzdan fazla istihbarat memuru işkenceyle sorgulanıp öldürdükten sonra mezar evlere betonlanıyor.
Ne toprağa ne de insanına sahip çıkılıyor.
Bir acayip dava düşüyor ülke gündemine:
Çorum’lu Ali ve Ayşe’den olma, “Elhamdülillah Müslüman değilim.” diyen, doğduğundan beri Musevi olduğunu söyleyen ve her an da “Mesih” olduğunu söyleyebilecek tıynette olan Tuncay adlı eşcinsel hahamın eline altı çuval dolusu belge(?) veriliyor. Örgüte muhalif olan bir binbaşı vermiş(!)… Sıradan sokak çeteleri bile kendilerini ele verecek delilleri bir arada tutmazken, on yıllardır ülkenin altını üstüne getirdiği iddia edilen bir yapılanmanın, kendisiyle ilgili her türlü ayrıntılı bilgi ve belgeyi bir arada bulundurduğuna sazan balıkları bile güler. Çünkü bu “toplu intihar” demektir. Oysa bu tür intihar durumları için saklanan nesne çuvallar dolusu değil, bir yüzük taşındaki zehir veya namludaki son kurşun kadar olabilir… Bu altı çuval belgeyi tek başına ne bir muhalif şahıs, ne de bir gazeteci derleyip toplayabilir. Bu ancak ve ancak bir istihbarat örgütünün, dolayısıyla da arkasındaki devletin işi olabilir… Bu davranışın ardında hangi pazarlık veya beklentilerin yattığını, niçin bu vakte kadar beklenildiğini, iddiaların ne kadarının aslı olduğunu, kuruların yanında ne kadar yaşın da ateşe sunulduğunu bekleyip göreceğiz. Çünkü bu tür toplu gözaltı ve tutuklamalarda en az dört küme şahıs bulunur: asıl zanlılar, iyi niyetle karışmış olanlar, istihbarat amaçlı bulaştırılanlar ve vitrin malzemesi olarak kullanılanlar(Eczane vitrinine oyuncak bebek yerine, oyuncak şebek konulması misali)… Bekleyip görelim bakalım…
Halihazırdaki görülenlere bir göz atacak olursak:
Bu belgeleri CİA’nın mı, MOSSAD’ın mı, veya bir başka hibrid örgütün mü verdiğine ve ne kadarının doğru, ne kadarının da iftira olduğu netleşmeden, devletin birim ve bireyleri suçlu ilan edilip ezilmeye çalışılarak, asıl hain ve bölücülere gün doğuruluyor.
“Örgütün para kasası” diye takdim edilen kişi tam bir “ırgat” çıkıyor ve kanser olup öldüğünde, hastane borcunu ödeyemez durumda bir fıkara olduğu görülüyor.
Ezan sesinden, istiklal marşından ve bayrağımızdan rahatsızlık duyan “Ermenici” ASALA artığı Türk düşmanları, gidişat karşısında bahtiyar oluyor ve sevinçten ağızları kulaklarına varıyor.İçeri tıkılıp da bir yıldan fazla bekletilerek karaciğeri iflas ettirilen Ayşe Asuman ÖZDEMİR ise; “İçeride en fazla sabah ezanını özledim.” diye dert yanıyor. (Birisi çıkmalı ve cevabını vermeli: Türkiye Cumhuriyeti’nde ezan sesinden, istiklal marşından ve bayrağımızdan rahatsızlık duyduğunu öne sürme cüretini göstermenin cesaret kaynağı nedir?)
Bugüne kadarki bütün terör olaylarının ardında devletin uzantıları varmış gibi gösterilip, fatura devlete kesiliyor. Asıl terör odakları sütten çıkmış ak kaşık konumuna getiriliyor. Daha rahat ve cüretkar eylemlere girişmelerine, devlete daha hain ve küstahça meydan okuyabilmelerine olanak sunuluyor(Bu dava en kısa sürede sonuçlandırılmalı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti zan altından kurtarılmalıdır).
Devletin maaşa bağlamış olduğu ve “Bize göre peg kek key terör örgüttü deggildir! Peg kek keyye terör örgüttü demmeyecegiz!” diyenler, bölücülük işareti paçavralarını Ankara’nın göbeğinde dalgalandırıp, bayrağımız üzerine iliştirebiliyorlar(kongrelerinde görüldü).
Gazeteci Vedat; “Kafasına sıkılması gerekenler şimdi Ankara’nın göbeğinde” dediği için aylardır içeride yatıyor.
Bu arada azan terörle birlikte ikişer üçer şehitler verilmeye ve baba ocaklarına da ateşler düşmeye devam ediyor. Anadolu’nun garip anaları dizlerini döverek gözyaşı döküyor.
Bölücübaşına “sayın” diye hitap edenler milletvekili ve hatta başbakan bile oluyor.
Hainler bir yana, meclisteki beşyüzü aşkın vekil içinden bir tek erkek çıkıp da; “Hainler maaşa bağlanıyor da, bu vatan için yirmisinde can veren anakuzularına niçin vekil maaşı bağlanmıyor?” diye sormuyor(Böyle bir durum ekonomiyi çökertir endişesi ortaya çıkarsa, demek ki vatanı da kurtaracaktır demektir. Çünkü, şehid yakınları zenginlerden oluşmadıkça veya zenginleşmedikçe ne terör biter, ne de ülke kalkınır. Vatan için can vermenin riyakarlığı olmaz. Teröre 300 milyar Dolar harcamış olmak demek ne demek?!!!)
Olanlara dellenerek “Sayın ulan!” diye bölücübaşına çıkışanlardan biri şimdi hapiste.
“Vatanseverlik, bağırıp çağırmakla olmaaaz! Vatana hizmetle oluuur!” diye nasihat eden şahsın çocuğu “çürük” sayılarak askerlik yapmıyor(Denizli’den, Burdur’dan kalp hastası askerlerimiz vardı. Kendilerinin çürük sayılmalarına; “Askerlik yaptırmazsanız intihar edeceğiz!” diye itiraz edip, ayıla bayıla şerefleriyle askerliklerini tamamlamışlardı).
Bölücülere karşı sessiz kalanlar, Türk milliyetçiliğini tehlike olarak görüyor; AB-ABD ve küreselleşme karşıtlarını da kışkırtıcı olmakla suçluyor iken, küresel haydutların tezgahlarının nasıl işlediğini ve garip toplulukları dişlileri arasında nasıl ezip öğüttüklerini ortaya seren çok değerli Banu AVAR bacımız TRT yayınlarından uzaklaştırılarak etkisizleştiriliyor.
Ermenici ve bölücü odakların karşısına tarihi belgelerle çıkıp haykıran çok değerli Yusuf HALAÇOĞLU hocamız görevden alınarak susturulmak isteniliyor.
Gidişattan endişe edenler etraflarına; “Türkiye’de Türk’e gariplik yolu mu gözüküyor?” diye soruyor. Hükümet var, muhalefet yok. Anamuhalefette olanlardan kimileri sol şeridi tıkamış bekliyor, kimileri de sağ şeride incir ağacı dikiyor. Hal böyle olunca, iktidar partisi de yolu ortalayıp dümdüz gitmeye çalışıyor.
Çileden çıkan Ozan Arif’in saç bıyık ağarttığı, halkın da “Bunlardan ne köy olur ne de kasaba!” diye umut kemirdiği bir dönemde, Osman Pamukoğlu Paşa meydana iniyor. Kararlı tavırlarıyla dikkat çeken bu irade sahibi paşamız, milletimizin kendisini takdir edeceğini biliyor. Daha önce siyasete bulaşmamış olanları partiye kabul edeceğini belirtiyor. Parti ismi ve renkleri uygunsuz seçilmiş. Olsun. Yeter ki doğru yola doğru yolcularla çıkılmış olsun. Yola iyi çıkış önemlidir lakin kervan biraz da yolda düzelir. Yeter ki aynı yolun sağlam yolcularından ve halkın takdir edeceklerinden olsun. Türk’ün öz yurdunda garip edilmeye çalışılmasına “DUR!” diyecek olan Pamukoğlu Osmanlar, Topal Osmanlar, Yörük Aliler, Nene Hatunlar meydana dökülsün. TÜRK BİRLİĞİ’ni hedefleyemeyen partiler, düzmece partilerdir.
Madem ki aygırlar sahiplerine göre kişnemektedir, toplumu titretip kendine getirme ve şaha kaldırma görevini üstlenmiş olan önderler de, önemli ve büyük hedeflerle öne düşmelidirler.
“Önder, akıl sürüsünü yöneten aklın sahibidir.”(Torlakon öğretisi)
Herkes bakan olmuş bir yerlere bakıyor.
Kimileri sadece hoşuna giden şeyleri görüyor.
Kimileri bakarkör olduğundan birşey göremiyor.
Kimileri de trenden başka birşey görmek istemiyor.
Gerçeği ve ileriyi görebilenler kazanacak.
Türk Milleti TÜRK BİRLİĞİ’ni kurmayı başarırsa, küresel çarklarda ezilmekten kurtulacak. Yamyamların bile özgür olduğu günümüzde, bebek yiyen Çinliler’in esaretindeki Doğu Türkistan da özgür olacak.
Aksi takdirde her biri bir yerde gariplikten kurtulamayacak.
Garip olmamak için, “Türk’e kefen biçenin ölümü korkunç olur!” diyebilmek için, Dünya barışı ve insanlığın huzuru için:
VAR OLSUN VE YAŞASIN TÜRK BİRLİĞİ!...
04 Ağustos 2008
Türk Filozof TORLAKON
Evet, yanlış görmüyorsunuz. Kızarmış bebek yiyen bir Çinli.
Çağdaş yamyamların esaretinde inleyen Doğu Türkistan ne zaman hür olacak?...
Hem oranın adı "Sincan-Uygur Özerk Bölgesi" değil, Türk'ün Atayurdu DOĞU TÜRKİSTAN!...