YÖRÜK KIZI HELİME(Yemen şehidi Memiş'in torunu Torlakon tarafından kaleme alınan bu yazı 9 Eylül 1922 tarihine ithaf edilmiştir.)
[[[ Rivayet odur ki: Kuyubaşına gelen bir kişi “Gelenler hayvanlarını bağlasınlar” diye yere bir kazık çakar ve sevap kazanır. Daha sonra gelen bir başkası da “Bu kazık birilerinin ayağına takılıp düşürür” diye kazığı söküp atar ve o da sevap kazanır. Davranışlarının sonucu olarak her iki şahsın da sevap kazanmasında verilen bir ders vardır; “Ameller niyetlere göre değerlendirilir.”
Fakat yaşadığımız dünya hayatında her şey
bir kazığın yerlere çakılıp çıkartılması kadar basit değildir. Hele de o
kazıkların açtığı yaraların kapanması… İyi niyetle çakıldığı söylenen bir takım
kazıkları milletin yüreğinden söküp atmak hiç de kolay olmaz…
Efsanevî adaleti dillere destan olmuş
büyük halifeye “Senden sonra yerine oğlunu halife seçelim” dediklerinde; “BİR
EVDEN BİR KURBAN YETER” diye karşılık verir. Çünkü ülkeyi yönetmeye talip olmak
demek; gücünü, aklını ve zamanını halkına adamak demektir. Gecesini gündüzüne
katmak… Acın açlığını, muhtacın ihtiyacını, dertlinin ızdırabını yüreğinde
hissetmek. Yatağında bir gün bile huzurla yatamamak. Gözlerini uyku tutmamak.
Ömrünü HESAP yapa yapa tüketmek.
Kısacası; KURBAN OLMAK…
Oysa ülke yönetmeye hevesli ne kadar da çok çoban vardır. Görünüşe bakılırsa hep de iyi niyetlerle doludurlar. İhanetin, ülkeye ve insana verdikleri zararın hesabı sorulduğunda da “Kötü niyetim yoktu” demeleri gibi…
“Yeterli akla, bilgiye ve iyi hesaba dayanmayan iyi niyetler felaket kapısının anahtarıdır.
Doğru bilgi ile desteklenmeyen mantık terazisi yanlış tartar.
İnsanların en akılsızları, düşmanları önünde dostlarına cephe alanlardır.
Kendi aklına hakim olamayanlar, başkalarının aklına mahkum olurlar.”(Torlakon öğretilerinden)
Sonuç olarak:
Bulguru kurtaralım derken pirinçler, inekleri korumaya çalışırken insanlar telef edilir.
Tanrı’nın kılıcı ya da kırbacı olarak nitelendirilen necib Türk milleti başkalarının aklına ve kumandasına bağlanır.
Yoldan çıkanları hizaya getirmesi için yaratıldığı düşünülen asil bir millet işgale, talana, en aşağılık iğrençliklere ve tecavüzlere uğratılır.
Ülke viran, yürekler pare, gönüller talan edilir, ettirilir.
Bulgar zulmü, Moskof zulmü, Ermeni zulmü, Fransız zulmü, Rum zulmü, Yunan zulmü…
Ve belki en ibretli olanı da Arap ihanet ve alçaklığı.
Arab’ın namusunu İngiliz’den korumak için Yemen çöllerine giden Mehmetçiğin ana, bacı ve yavuklusunun namusunu koruyacak kimse kalmaz…
Komşu köyden Turan emmi(halen sağ) diyor ki; “Bu topraklarda tecavüze uğramadık kız kadın bırakmadılar. Mustafa Kemal isminin ne demek olduğunu en iyi bizler biliriz. Bazıları ATATÜRK adını ağızlarına alırlarken önce abdest alsınlar!...”
Bereket versin ki bizim köyün coğrafi konumu gereği iki yıllık işgal süresi boyunca tecavüz veya sarkıntılık olayları yaşanmamış fakat zaten yoksul olan halkın hayvanları “etlik” denilerek toplanıp götürülmüş, öküzleri de askeri araçları çekmek için toplanmıştır. Kadınlarımız da kimi zaman eğer düşman görürse tiksinsin diye yüzlerine kazanların altındaki yağlı islerden sürmüşler, sırtlarına da yastık bağlayıp kambur ihtiyar görüntüsü vermeye çalışmışlardır…
Azınlıkların aklı ve Siyonistlerin güdümüyle hareket eden İttihat ve Terakki (Birleşme ve Yükselme) adlı oluşum “Dağıtma ve Çökertme” oyununa aracı olmuştur.
Asrının dehası sayılan büyük sultan Abdülhamid Han’ın aklına en çok ihtiyaç duyulduğu bir dönemde devreye sokulan bu yarım akıllı çete sayesinde koca sultan tahttan uzaklaştırılmış; devlet masonların kontrolüne, Mehmetçik de Almanların kumandasına sokulmuştur.
Bir yandan yokluk, kıtlık ve hastalıklarla boğuşulurken, öte yandan da hemen her cephede savaşılmak zorunda kalınmıştır.
1912 – 1922 Yılları arası.
Cephelerde olanlar anlatılır, yazılır durur. Peki ya cephe gerisinde yaşananlar?
İşte, kaleme alırken ağlamalara doyamadığım bu yazı, yoksul bir Anadolu köyünde yaşamış, güzelliği dillere destan bir Yörük kızının tamamen gerçek hayat öyküsüdür. Noksanı var, fazlası yoktur. Senaryoya dönüştürülüp toplumun bilgisine sunulması faydalı olacaktır. Gençliğe emanet edilen Cumhuriyetimizin hangi bedeller ödenerek kurulduğu iyi algılanmalı, özgürlüğün değeri iyi bilinmeli, bir daha düşmana fırsat verilmemelidir. ]]]
* * *
Sanki bir mağaranın derinlerinden geliyormuş gibi zayıf bir sesle çağırdı;
“Emiiir!...”
Kolayına geldiği için mi yoksa ancak böyle söyleyebildiği için mi Emir diye çağırıyordu. Hayır hayır! Hiç de sanmam; isyanından dolayı öyle çağırıyordu. Emir, amir, komutan, söz sahibi olsun istediği için öyle çağırıyordu. Yemen şehidi kardeşi Memiş’in adını verdikleri babasına da “Bey” diye çağırdıkları gibi. Türk’ün çektiği çile bitsin, Türk söz sahibi olsun istediği için öyle çağırıyordu…
Üç yılı aşkındır yatalak hastaydı. Sesini duyurabileceği en yakındaki canlı bendim. Herkes işinde gücünde; tarlada, tapanda, bahçede veya ahırdaki hayvanlarla ilgileniyor olurdu. Ve ben de o zamanlar emekler halde ve ancak duvarlara tutunarak yürüyebiliyor idim.
Yoksulluk kendini her alanda hissettiriyordu.
Evde yaşayan herkes ancak yemek vakti bir şeyler yiyebilme şansına sahipti. Bir çorba çanağına ekmeğini bandıranların sayısı genellikle 15 kişiden fazla olurdu. Herhangi bir sebeple yemek zamanını kaçıran kimse aç kalmamak için kuru yufkaya razı gelirdi. Yufkanın arasına toz şeker serpiştirip yemek lüks sayılırdı.
İki haftada bir gidilen ilçe pazarında süt yoğurt satılır ve karşılığında da acil ihtiyaçlar alınırdı. Bizim topraklarda yetişmediği için portakal da lüks sayılır ve çok heves edilirdi. Herkesin payına bir portakal düşmesi mümkün değildi elbette. Ortalama olarak üç çocuğa bir portakal düşerdi. Paylarına düşen bu nadide meyveyi hemen bölüşüp yiyerek heba etmek istemeyen çocuklar ocakta ısıttıkları maşayla üzerine süslemeler yaparak günlerce oynarlar ve ancak oyundan sıkılınca ya da portakalın başına bir hal gelince üleşip yerlerdi. İşte böyle bir zamanda sesleniyordu çilekeş Helime, biricik çocuğu Zübeyde’nin “Bey” diye çağırdığı ilk oğlundan olma minik Emirciğine;
“Emiiir! Gel portak vereceğim!...”
Nasıl da sevinirdim o sese. En değerli şey nedir diye sorsalardı o vakitler, herhalde portakal derdim. Koşarak gitmek isterdim. Henüz 8-9 aylık olduğum için ancak duvarlara tutunarak giderdim… Ancak kapıdan ışık alırsa aydınlanabilen karanlık bir odaydı. Hiç güneş alamayacak konumda olan penceresi de ancak bir kedinin girebileceği kadardı.
Bu karanlık ve izbe yerde dört yıl boyunca yatalak kalıp, toprak damlı evin tavanındaki kiriş, koşma ve hasırlara bakarak ağıtlar yakıp gözyaşlarına boğulan Anadolu kadını’nın çilesi neydi?... Onun duygularına tercüman olacak birileri çıkacak mıydı?... Okuma yazması olmayan bu dert yükü Yörük kızının çektiklerini kaleme alacak birisi olacak mıydı?...
Evet olacaktı.
Yanıbaşında oturup portakal yuvarlayan minik Emirciğin korkunç bir hafızası olacak, şahit olduklarını zinhar unutmayacaktı. İnsanlar 2,5 - 3 yaş öncesini pek hatırlayamaz derler fakat Emircik 3 yaşına kadar yaşadıklarıyla koca bir kitap yazacak durumda olacaktı. Ve böylelikle ödeyecekti çilekeş ebeciğinin kendisine verdiği portakalların hakkını. “Mevla sana son gürlüğü versin kuzuuum!” diyerek yapılan dualardan güç alacaktı… “Son gürlüğü” sözünün ne anlama geldiğini çok sonraları anlayacaktı Emircik. Öyle ya; ağabeyi açlık, sefalet ve bakımsızlıktan öldüğü ve kendisi de yedi sene sonra Dünya’ya geldiği için çok düşülürdü minik Emir’in üstüne. Adını da Yemen şehidi Memiş’in oğlu Çavuş dedesi koymuştu özenerekten; Çanakkale’de çok sevdiği binbaşısının adı diyerek…
* * *
Eveet…
Gözleri tavana dikili 72 yaşında bir kadıncağız dört yıldır yatalak.
Yaşadıkları geçip gidiyor gözlerinin önünden, gözyaşlarını akıtarak.
Böyle bir hayatı başkaları da yaşamış mıdır acep diye geçiriyor aklından.
Yoksul bir Anadolu köyünde doğup büyüyen ve dillere destan bir güzelliği olan bir kızcağızın başından neler geçebilir?...
Böyle güzeller yabana verilmez. En uygun durumdaki akrabalarının sahip çıkması umulur.
Teyzesinin oğluna gelin gittiğini düşünüyor.
Ve evliliğin ne demek olduğunu daha anlayamadan Balkan Harbi’ne gönderdiğini. Hangi cephede ve ne şekilde şehid düştüğünün bildirilmediğini. Sadece “Askerde kaldı” diye haber geldiğini… Son nefesinde ne söyledi acep sevdiceği?
“Bir mektup yazdırdım karakuşlara,
Ben yari bıraktım başıboşlara,
Eğer canlı dönmek nasip olursa,
Ben de karışırım gönlü hoşlara.” diye arzusunu dile getirebilmiş midir?
Bilinmez elbette. Fakat bilinen bir şey varsa o da cesedinin bile geri dönemediği, nerede yattığının ve kaç parçaya bölündüğünün bilinmediği ve Helime’nin O’na yaktığı ağıtlar.
Ve bilinen bir şey daha varsa, öyle bir zamanda ve şartlarda güzel bir kızın ortada kalamayacağı…
Çaresizlik içinde eşinin kardeşiyle evlenir Helimecik.
Bu yeni eşini sevip yolunu gözleyen bir başka kızın olduğunu öğrenmekte de gecikmez.
“Kocan askerde öldüyse biz ne yapıverelim?! Sen de çek git başka yerde nasibini ara! Sevdiğim genci bana bırak! Ben yıllardır O’nun gönlünü edebilmek için neler yapıyorum! Boynuna cicili boncuk taktığım kedinin sırtına bükme (bazlama) sarıp az mı yolladım?! Çabuk terk et bu evi!...” diyerek gelip oturur ve bir daha da gitmez. Eee, haklıdır kızcağız. O zamanda eli yüzü düzgün kimseyi bulmak ne mümkün? Civan boylu Koçyiğitler vatan için can vermeye koşmuşlar. Geride kalanlar sakatlar, çocuklar, yaşlılar, asker kaçağı ya da eşkiyalar. Her köyde en az bir eşkiya türemiştir. Köyün en babayiğit delikanlısı Deli Bekir dedemdir ve iki Yunan askerini Banaz çayına gömdüğünde henüz 12 yaşındadır. Yaşının küçüklüğü bir “Demirci Efe”ye dönüşmesine fırsat vermemiştir. (1988 Yılında sefalet içinde öldüğünde bir deri bir kemik kalmıştı)
Bugün bile vatan için şehid düşenler hep güzel insanlardır. Ve Onlar’ın geride bıraktıkları da hep nur yüzlüler. İnsan kendi kendine düşünüyor “Cennet’e gidecek birileri varsa Onlar da zaten bu güzel insanlardır” diye. Öyle ya; bir şehid 70 yakınının Cehennem’e düşmemesi için şefaatçi olacağına göre, meymenetsizlerden nasıl şehid çıksın ki?...
Sonuçta kendisinin haksız durumda kaldığını düşünür Helimecik. Ve evi terk eder.
Aradan fazla zaman geçmez ve uygun görülen bir başka delikanlı ile evlendirilir. Bunun durumu da ilk eşinden farksızdır. Bu garip de Çanakkale’ye gidip de dönemeyenlerdendir. Eşinden bir oğlu olduğunu bilemeyen, yüzünü göremeyenlerdendir…
Ağıtları yakma sırası bu üçüncü evliliğinden olan çocuğunun babasına gelmiştir Helime için. Fakat bu sefer de köyün eşkiyası göz koyar O’na. İki yaşındaki çocuğuyla birlikte kapar götürür. Sahip çıkacak kimsecikleri kalmamıştır nasıl olsa. Memiş kardeşinin yetimlerini sırtında büyüten felçli babacığı da geliniyle beraber perişan haldedir.
Yanarım da ben bu derde yanarım;
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Çanakkale’de can veren Mehmedin yavuklusunun,
döküntülere ve adam olmayanlara kalmasına yanarım…
Peki ya bu dördüncü kocası durumundaki eşkiya insanlık gösterip O’na ve şehidin emaneti olan minik Hüseyin’e sahip çıkar mı?
Eşkiyanın anası da eşkiyadan farksızdır. Anasına bak, oğlunu anla:
“Elin dölünün bizim evde ne işi var?” diyerek iki yaşlarındaki çocuğun ağzına kibrit ağularını bez içine sarıp emzik (somuruk) yaparak sokar. Günlerce tekrarladığı bu çabasından kısa sürede sonuç alamayacağını düşünür ve sırtına bindiriyormuş gibi yaptığı çocuğun dizini ardına kanırtarak bacağını kalçadan kırıp öldürür.
“Kullar Cennet’e Tanrı’nın yardımıyla, Cehennem’e ise kendi gayretleriyle girerler.”(Torlakon öğretisi)
Zulmü bu kadarla kalmaz zalim kadının. Helimenin’se hakkını arayacak derdini yanacak kimsesi yok gibidir. Birgün komşu kadınlardan birine;
“Özenerek en uzaktaki en temiz havuza (Hanım’ın Havuz diye bilinir) gidip kırmızı testime su doldurup geliyorum. Fakat ne oluyor dönüyorsa o güzel kokulu suyun tadı evde değişiyor ve çok kötü kokan bir su oluveriyor, nedendir acaba?” diye dertlenir.
“Ben bir göz kulak olayım bakayım.” diyen komşu kadın olayı çabuk çözer: Zalim kaynana yakındaki gölden kova ile getirdiği çamurlu ve kirli suyu O’nun testisindekiyle değiştiriyordur.
Ne yapsa etse burada da insan gibi değer verilmeyeceğini gören Helime yetim yeğenleri ve anneleriyle beraber kalan felçli babasının evine döner.
Eşkiya’ya “Böyle Dünya güzeli bir kadın bırakılır mı?” diye sorduklarında; “Çok mızmızlanıyordu. Dırdırından bıktım usandım.” diye cevap verir.
Eeee, olmuş ya eşkıya; daha ne dürüstlük beklenir?
Sen gam çekme Helime ebecik. Gerçeği birgün dile getirir minik Emircik…
Dokuz ay kadar felçli babasının başını bekleyen güzel Helime O’nun ölümüyle beraber yeniden ortada kaldığında henüz 29 yaşındadır.
Dedik ya “Eli yüzü düzgün yiğitler vatan için cephelere gidip can verdi” diye. Çaresiz kalan kadın veya kızcağızlar geride kalan döküntülere razı olmak; yaşlı adamların ikinci, üçüncü, … , dokuzuncu eşi olmak durumunda kalmaktadırlar.
Aksi takdirde; namussuzlar var, eşkıya var, işgalci düşman var, açlık var vb.
Kimsesizlik ne kötü. Arkasızlık ne zor. Mihnet ne ağır yük. Zillet ne korkunç şey…
Sonuçta çok çocuklu topal bir muallimin ikinci eşi olarak gitmek zorundadır Helime. Gitmesine gider de; ilk eş tarafından taşa tutulması da bir olur. Kör-topal da olsa, çok değerlidir evin erkeği... Eski çul çuvalın serildiği bir viranede kalmaya razı olmaktan başka çaresi de yoktur. Bu evlilikten üç çocuğu (Zübeyde, Yasin ve Hacer) olur. Kocası bunun üzerine çok düşüp kıskandığı için ilk eşini de köyde bırakarak gözlerden ırak bir vadideki bağevinde kalırlar. Yunan işgali ve eşkıya tehlikesi devam etmektedir. Birgün o bölgeden geçen bir şahsın dikkatini çocukların güzelliği çeker. Öyle ya; güzelliği dillere destan olan birinin çocukları da bir başka güzeldir. Nazar değse değse böylelerine değer.
“Bu güzel çocukların üçü de senin mi?” diye soran yolcu oradan uzaklaşır uzaklaşmaz Yasin ve Hacer ağızlarından köpükler gelerek oracıkta can verirler. İki çocuğun cesedini küfelere koyup eşek sırtında köye gönderen baba, Helime’nin yavrularıyla beraber gitmesine ve toprağa verilmelerine şahit olmasına izin vermez. Biricik kızı Zübeyde ile ölüm sessizliğine bürünen vadinin karanlıklarındaki bağevinin çevresinde divane olup sabahlara kadar dönerek ağıtlarını yüreğiyle çığırır Helime. Öyle ya; ya o anda orada bir kadınla bir küçük çocuğun kaldığını birileri anlayacak olursa…
Bu durum da fazla uzun sürmez. Yunan işgali de ortadan kaldırılmış artık. Yokluk ve sefalet ise devam etmektedir. Düşman tehlikesi kalmadığına göre kendilerine yeni bir hayat alanı kurmak için bir başka ilimizin bir köyüne (Dereköy) öğretmenlik yapmak amacıyla giderler. Fakat burada bir yıl bile kalamadan geri dönerler. Geri dönüş sebebi de, bir şahsın yıldızlamaya bakarak; “Ya muallim efendi, yıldızlamaya göre senin fazla bir ömrün kalmamış. Zemherinin 27’sinde yatsı ezanı okunurken öleceksin.” demesidir. Derhal pılıpırtıyı toplayıp köye dönen muallim efendi, söylenilen tarih ve vakitte vefat eder. Tek çocuğuyla beraber kayınvalidesinin yanında kendini güvende hisseden Helime ana üç yıl kadar daha burada kalmayı tercih eder. Aradan geçen bu üç yıl sonunda da babaevine, yeğenlerinin yanına döner. Kızı 9, kendisi de 39 yaşındadır. Hayatının bundan sonraki 33 yılını da bu evde geçirecektir artık. Kızı Zübeyde 3 yıl sonra 12 yaşına vardığında, Memiş kardeşinin yetimlerinden en büyüğü (M. Ali Çavuş) ile evlendirir ve böylelikle kendisini de güvenceye almış olur. (Onuncu Yıl Marşı’ndaki “On yılda onbeş milyon genç yarattık(?) her yaştan.” sözünü hatırlayınız)
1912–1922 Yılları arasında çekilen sıkıntıları en yoğun yaşayanlardan biridir O.
Son dört yılı yatalak geçen 72 yıllık ömründe çektiği sıkıntılara ve kaybettiği canlara yaktığı ağıtlarla yaralı yüreğini tedavi etmeye, yitirdiği canların isimlerini verdiği torunlarıyla da teselli bulmaya çalışacaktır.
Kocalarına ne ağıtlar yaktığı meçhuldür. En çok hangisine üzülmektedir; Balkan Harbi’nde kalana mı, Çanakkale’de can verene mi?.. Onlara ağıt yakıyorsa bile içinden yakıyor ve yanıyordur, kim bilir?
Dışından yaktıkları ise kaybettiği üç küçük yavrusu; Hüseyin, Yasin ve Hacer’e.
Ömrü hastalıklarla boğuşarak geçtiği için cepheye gidemeyip ölen tek kardeşi Nuri’ye.
Yemen’e gidip de dönmeyen kardaşları Mahmut ve Memiş(Mehmet)’e.
“Yemen çöllerinde kalan kardaşım,
Gözünü kuzgunlar oyan kardaşım…”
Akibeti bellidir Memiş kardaşının. Yemen’den sağ dönmeyi başarabilenler bildirmişlerdir:
Kızgın çöllerde aç ve susuz bir şekilde savaşın ortasında yaralı bırakmak zorunda kaldıkları Memiş’i günler sonra bir ahlat ağacının dibinde bulurlar. Sürüne sürüne oraya kadar gidebilmiştir. Elleri, kulakları ve dudakları çöl hayvanları tarafından yenilmiş; ela gözlerini de kuzgunlar oymuştur.
“Gözlerimin yaşı oldu bir ırmak,
Memiş’e Cehennem Yemen’de durmak,
Ne azaptır köyüm senden ayrılmak,
Kavruldu bedenim gelemem gayrı,
Kuzgun yedi gözüm göremem gayrı.” Diye ızdırabını söyleyebildi mi acep?
O böyle diyemediyse bile, O’nun adı verilen torun Memiş’in oğlu Emircik söylenemeyenleri dillendirmeye çalıştı.
Mahmut kardaşından ise haber alınamamıştır. Belki de Yemen’den sağ dönüp Sarıkamış dağlarında buz tuttu;
“Köyümün yolunu bilemem gayrı,
Buz kesti cesedim gelemem gayrı…” demiştir belki de.
Acaba alçak İngiliz'e esir düştü de Hind diyarlarına götürülüp yamyamlara madara mı edildi?
Yoksa Çanakkale cephelerine koşmak nasip oldu da bin parçaya mı bölündü?
Can vermeden önce vasiyet edecek kimsecikleri olmadı mı?
Yoksa vasiyet bıraktığı Mehmetler de mi cephede kaldı???
Sorular, sorular, sorular…
Sorulara cevap bulamamak beynini kemiriyor Helime Ana’nın. Ağıtlara vuruyor kendini.
Gözleri tavandaki kirişlere çakılı hareketsiz kalsa da, gözyaşları akmaya devam ediyor.
Yanında portakal ile oynayan minik Emir’den teselli buluyor.
O zamanın Emircik’i şimdi bu satırları tarihe kaydetti.
O’ndan geriye sadece bir mezar taşı var şimdi.
Belki bu yazıyı okuyanlardan birinin duası kabul olur da Helime Ana rüyasına girip Emircik’e teşekkür eder ve bilmediklerini anlatıp yeniden yazmasını ister. Kim bilir?...
ESEN KALSIN KAVİM KARDAŞ…
09 Eylül 2007
ENTÜRK ALPERHAN TORLAKON