İster inan ister inanma- 4 (DUA)
Gerek köy hayatı, gerekse doğa araştırma ve incelemelerim sırasında; evde, yolda, çadırda veya dinlenme yerlerinde, çok çeşitli yabanıl hayvanlarla haşır neşir ola geldim. Yılan, çiyan, akrep, böğ, örümcek ve son zamanlarda kâbus haline gelen keneler…
Küçük yaşlardan bu yana yüzlerce yılanı, bir puluna dahi zarar vermemeye çalışarak eline alıp incelemiş ve toprağa geri bırakmış bir doğa sevdalısı olarak onlardan yana endişe taşımıyorum. Çünkü, daha iriler ve nerelerde karşıma çıkabileceklerini tahmin edebiliyorum. Zehirli mi yoksa zehirsiz mi olduklarını uzaktan kestirebiliyor; eğer zehirsiz ise çok rahat, zehirli ise çok dikkatli bir şekilde yaklaşmaya çalışıyorum. Onlardan veya diğer sürüngenlerden duyduğum asıl endişe, üzerlerinde bol miktarda kene taşıyor olmalarıdır... Ülkemizdeki yılan türlerinin yaklaşık olarak dörtte biri zehirlidir ve onların çoğunluğunu da engerekler teşkil eder. İlginçtir ki; zehirli yılanların baş düşmanları da zehirsiz yılanlardır. Çünkü onlar çok daha hızlı ve çeviktirler. 25 km'ye kadar ulaşabilen hızları, eğimli arazilerde onları tamamen erişilmez kılar. Ayrıca; uzun otların içinde dolaşan bir yılanı, Yılan kartalı(Circaetus gallicus) veya bir başka avcıdan daha iyi tespit edip bulacak olan yine bir başka yılan olmaktadır. Örnek olarak; Karadeniz kıyıları dışında ülkemizin hemen her yerinde görülebilen ve Karayılan(Coluber jugularis) ile emm’oğlu olan, boyu 160-240 cm veya daha fazla olabilen, halkımızın da “Boz yılan” olarak adlandırdığı Hazer yılanı(Coluber caspius), Koca engerek(Vipera lebetina) haricindeki bütün engerek türlerimizi avlayabilir… Zehirli olup da hızlı hareket eden yılanlarımız ise; Çukurbaşlı(Malpolon monspessulanus) ile sadece Şanlıurfa bölgemizde görülen Çöl kobrası(Walterinnesia aegyptia- Mısır kobrası)dır… Yılanlar tarafından ısırılan araştırmacılar genellikle onları yakalarken değil, bırakırken ısırılmaktadırlar. Çünkü; yılanların ısırma vuruşu hızları, sanılandan çok daha yüksektir ve saniyede 50 m'ye kadar çıkabilmektedir... Engerek yılanlarının hematoksin(kan zehirleyici) zehir taşıyor olmaları, onlara karşı çok dikkatli olmayı gerektiriyor. Çünkü ısırılma durumunda tıbbî müdahale yapılsa dahi, dokular hızla kangren olup öldüğü için organ kaybı söz konusudur. Müdahaledeki gecikme, daha büyük çaplı doku kaybına ve ölüme yol açmaktadır…
Oysa, çok daha küçük olan (akrep, çiyan, böğ, örümcek, kene vb) canlılarla nerede karşılaşabileceğimizi kestirmemiz ve kendimizi sakınabilmemiz çok daha zor olmaktadır. Evde, bahçede, çarşıda, pazarda, toplu taşım araçlarında veya işyerlerinde çeşitli şekillerde(elbise, çanta, evcil hayvan üzerinde vb) taşınıp karşımıza çıkabilmektedirler. Özellikle (günümüzün biyolojik silahlarından olan) keneler; daha küçük, daha askıntı, daha dayanıklı, fark etmesi zor, öldürücü olmaları ve tedavisi henüz olmaması nedeniyle en fazla korkulan durumuna gelmişlerdir. Ve bunlar sadece paçalarımızdan tırmanarak değil, ağaçlardan ve uzun otlardan da üzerimize atlamaktadırlar…
Peki, kene tedavisi sağlanana kadar ne yapmak gerek;
Çiftçiler tarlalarına bahçelerine gitmesin mi?
Çobanlar davarlarını-sığırlarını ağıllardan-ahırlardan dışarı çıkartmasın mı?
Avcılar, mesireciler, doğa düşkünleri veya bizim gibi araştırmacılar doğayla bir süreliğine muhabbete son mu versinler?
Veya; kavurucu yaz sıcağında bir gram esintiye hasret duyan garip ırgatın, uzay adamları gibi giyinmesini mi isteyelim?...
Bir rivayet duymuştum çocukluk yıllarımda, özet olarak şöyleydi:
Peygamberimizin yanına gelen bir sahabe akrep sokmasından şikayetçi olur ve sabaha kadar ızdırap içinde kıvrandığını söyler. Aynı perişanlığa bir daha düşmek istemediğini ve bunun için ne yapması gerektiğini sorar.
Peygamberimiz; “Eğer sen [Eûzü bi-kelimâtillâhi’t-tâmmati küllihâ min şerri mâ halak] diye dua etmiş olsaydın, akrep sana zarar veremezdi.” buyurur.
Duanın anlamı: “Allah’ın bütün yaratıklarının şerrinden, O’nun tam kelimelerine(kitaplarına veya sıfatlarına) sığınırım.” şeklindedir.
Böyle bir rivayetin gerçek olup olmadığı derdine hiç düşmeden, sabah akşam duayı tekrar edip durmayı sürdürdüm. Çünkü bu nihayetinde hiçbir sakıncası olmayacak olan bir duadan ibaretti.
Ve bugüne kadar çiyan, böğ, kene vb canlıların, boynumda hatta iç çamaşırlarımın içinde gezindikleri halde beni hiç ısırmayışlarının nedeni, efsunlu filan da olmadığıma göre, o dua yüzündendi, neden olmasın?...
Şu uyarıyı her zaman ilk önce kendime yaparım:
“Doğru bilgiyle desteklenmeyen mantık terazisi yanlış tartar.”(Torlakon öğretisi)
Ayrıca; “Adanalı Yılancı Macit” adlı vatandaşımızın, gazeteci Uğur Dündar’ın kolunu akrebe sokturması ve hızla yayılan zehri gerisin geriye çıkartması olayını hatırlayın. Hangi duayı okuyordu acaba?... Eski insanlarımızdan kimileri, hayvanları dua ile sevk ve idare ederlerdi. O dualar nerelere kayboldu?...(Fırsatım oldukça ayrı bir konu olarak işleyeceğim)
* * *
Fazla ayrıntıya girmeden ifade edeyim:
Allah’ın sevgili kullarından birinin türbesinde olağanüstü bir durum yaşanır. Olayın kahramanına “Sen ne yaptın da böyle oldu?” diye sorduklarında; “Ben sadece [Tevekkeltü alâllah] dedim.” diye söyler.
Ankara’nın Çankaya semti civarında bulundum bir süre. Orada “Çoban Sülü” diye nam salmış, oldukça iri kıyım ve yıldızımızın hiç barışmadığı bir şahsiyetin de Cuma namazlarına iştirak ettiği bir cami vardı. Her seferinde en ön safa geçen ve en son terk eden olurdum camiyi. Cumaya yeni ayakkabıyla gelenler “Acaba çıkışta ayakkabılarımı yerinde bulamayabilir miyim?” endişesinde olurlardı, günümüzde pek çok camimizde olduğu gibi…
Peki ne yapmak gerekirdi böyle bir durumda;
Camiye eski ayakkabılarla mı gitmeliydi?
Emanet bırakma bölümü olmayınca, pabuçları koyna alıp da mı girmeliydi?
Veya alınlar secdede, akıllar da pabuçlarda olup mu durmalıydı?
Ya da “Tevekkeltü alâllah(Ben Allah’a tevekkül ederim)” deyip, camiden çıkıncaya kadar her şeyi unutmalı mıydı?...
Tedbirsiz tevekkül olmazdı elbette.
Ve takdir tedbiri bozardı her zaman.
Mevla’nın takdirinden, yine O’nun korumasına sığınılmalıydı.
Evet, kalplerde olanı ancak Mevla bildiğine göre, kalbe düşen düşünceleri değiştirecek olan da O idi… Hırsızın eline aldığı pabucu beğendirmez ve geri koydurur, onun yerine bir başkasını aldırırdı…
Namazın sonunda her zaman olduğu gibi en son çıkıyordum ki camiden, emminin biri bir yandan; “Hırsız herif benim ayakkabılarımı almış, yerine de bunları koymuş!” diye bağırıyor, bir yandan da benim ayakkabılarımı kaldırıp kaldırıp yere vuruyordu. “Be hacı emmi niçin dövüyorsun benim pabuçlarımı?” diye uyardım.
“Bu ayakkabılar senin miydi?” diye karşılık verdi şaşkınlıkla.
“Camiye benimle birlikte gelmişlerdi, başka birinin yanında gitmediklerine göre hâlâ benim sayılırlar değil mi?.” diye cevapladım gülümseyerekten.
Bu sefer hepten hiddetlendi emmi. Giyecek pabuç kalmamıştı çünkü. Geriye eski bir ayakkabı bırakmadığına göre, kendi ayakkabısını yenileme derdinde değildi ayakkabıları çalan kişi. Dolayısıyla “Benim ayakkabılar büyük geldiği için mi geri bıraktı acaba?” diye düşünmek de gereksizdi. Üstelik benimkilerin, giden ayakkabılarından daha iyi durumda olduğunu söylemişti emmi…
“Şu terlikleri giyip eve kadar gidin bari.” dedi cami imamı.
Sonuçta bir yandan söylene söylene, bir yandan da terlikleri kaldırımlarda şıpırdata şıpırdata evinin yoluna düştü mağdur emmi…
* * *
Cuma namazlarından sonra 7 İhlas, 7 Felak, 7 Nas sureleri ve sonunda da bir Fatiha okuyup, Mevla’nın sevgili kullarına, O’nun yolunda savaşanlara-zulme uğrayanlara, üzerimizde hakları olanlara ve gelmiş geçmiş tüm inanan kullara bağışlamanın, bir sonraki Cuma vaktine kadar pek çok bela ve kazayı önlediğine inanırım…
Kendi irademiz dışında geldiğimiz ve gideceğimiz, adaletin olmadığı bir Dünya’da dua gizli bir koruyucu ve en sakıncasız silahtır.
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!’…”(Furkan suresi 77. ayet)
Savunma uzmanı olarak bir yandan ders verirken, bir yandan da dua öğütlüyorum. Ben daha iyi çözümler biliyorum diyenlere de şapkamı çıkartmaya hazırım. Kazasız belasız ve sağlıklı günler dileklerimle.
Mevla, asil ve aziz milletimizi koruyup yüceltsin.
ESEN KALSIN KAVİM KARDAŞ…
Türk Filozof TORLAKON