İster inan ister inanma-3(Deliye)
Yüce Mevla insan, hayvan ve bitkilerin delice olanlarını daha dayanıklı kılmıştır. Ufak tefek olsalar da, etleri butları göz doldurmuyor olsa da, meyveleri minnacık olsa da; kuraklığa, sıcağa-soğuğa, hastalıklara ve zorlu hayat koşullarına karşı daha dayanıklıdırlar. Çünkü onlar hormonsuzdur, aşısızdır, doğaldır…
Kısaca örneklendirecek olursak: Armut ve muşmulanın delicesi sayılan ahlat ağacı, kiraz ve vişnenin delicesi olan mahlep(İdris ağacı), yerli karasığırımız, Gerze tavuğumuz ve delilerimiz…
Olay, 1950 yılı başlarında Filozof Torlakon’un köyünde yaşanmıştır. İçme suyunu havuz-avgan-sarnıç gibi yerlerden sağlayan köy halkı, hayvanlarını göletlerden sulamakta; çamaşırlarını da yedi kilometre ötedeki dereye giderek yıykamaktadır.
Kışın ortası olmasına rağmen, havanın güneşli oluşundan cesaretlenen deliyenin(deli kızın) ailesi, merkebe yükledikleri çamaşır ve kazanlarla derenin yolunu tutarlar.
Çamaşırlar yıykanıp dururken hava birden kararır ve kar yağmaya başlar. Perişan olmamak için bir an önce toparlanılmalı ve köyün yolu tutulmalıdır. Deliyenin sırtına pınardan doldurdukları testiyi sararlar ve “Sen önden kestirme yoldan gidekoy.” diye yollarlar. Kendileri de daha sonra toparlanıp yola koyulurlar. Yolun neredeyse tamamı yokuş yukarı olduğu için, iki saatten önce köye ulaşmak çok zordur. Hele böyle yağışlı bir günde…
Kar yağışı kısa bir süre sonra tipiye dönüşür. Herkes önünü görmekte ve nereye doğru gittiğini kestirmekte zorluk çekmektedir. Fakat, kirpikleri daha uzun olduğundan dolayı tipiden fazla etkilenmeyen merkeplere tutunup sığınarak yol aldıkları için köye ulaşmayı başarırlar… Zavallı deliye ise daha önce yola çıktığı ve akşam da olduğu halde evine dönememiştir…
Kestirme keçiyolunun geçtiği vadide tipiye tutulan deliyecik saatlerce bir o yana bir bu yana döne döne divane olur. Hangi muhitte yönünü şaşırdığı, nerelerde kaç kere kayıp düştüğü, sırtındaki testiyi nerede yitirdiği, aynı yerleri kaç defa dolaşıp komşu köyün sınırları içinde kalan bir ormana sokulduğu bilinmez…
Ertesi gün öğleye doğru karda avlanmaya çıkmış olan iki komşuköylü, bir çalının dibinde çömelmiş, üzeri karlarla örtülü ve kaskatı kesilmiş olan deliyeyi görürler. “Sen burada ne yapıyorsun?” diye tüfeğin ucuyla dokunup sorarlar. Hiçbir cevap alamazlar. Ölü mü diri mi, nabzı atıyor mu atmıyor mu belirsizdir. Fakat görünen haliyle o donmuş bir cesettir…
Avcılar onu orada bırakmamaya karar verirler. Kurt, sırtlan veya domuzlar tarafından parçalanıp yenilmesi an meselesidir ve o ana kadar zarar görmemiş olması da çok büyük bir şanstır. Çünkü aynı yıllarda bu dere yolu üzerinde bulunan bir başka komşuköylü gelin, testi doldurmak için gittiği iki kilometre ötedeki havuzların yanında kurtlar tarafından parçalanıp yenilmiş ve;
“Kaynanası der ki; gelin gelmedi.
Kaynatası der ki; testi dolmadı.
Dokuz on canavar yedi doymadı.
Kaderi böyleymiş garip gelinin…” diye ardından ağıt yakılmıştır. Aramaya çıkan köylüler; havuz yakınında ayakkabısını, kan izlerini takip ederek tünbendini ve havuzdan ikiyüz metre kadar ötede de cesedinin son parçaları üzerinde boğuşan kurtlarla karşılaşmışlardır…
Avcılar deliyenin katılaşmış cesedini iki kolundan bir meşe kütüğü gibi tutup köylerine götürürler. Cesedi evlerinin içine koymak istemedikleri için, hayvanların bağlı olduğu ahırdaki gübrelerin içine, kırda buldukları şekilde oturturlar ve kimin nesi olduğunu araştırmaya başlarlar. Bu köy bizimkine oniki kilometre mesafededir ve aramızda bir başka köy daha vardır…
Ahırın ve üzerinde oturduğu gübrelerin sıcaklığıyla eriyip çözülen deliyecik, usulca yerinden kalkar ve kimsenin gözüne ilişmeden tekrar köyün yoluna düşer. Onun bu hali; kuzey ırmaklarının kışın tamamen donmasıyla birlikte, içlerindeki balıkların da buz tutması ve aylar sonra gelen baharla beraber eriyerek yeniden canlanmalarına benzemektedir…
Akşama doğru evine ulaşan deliyecik ailesi tarafından nasıl karşılandı acaba? Geceyi nerelerde ve nasıl geçirdiği, ne yeyip ne içtiği soruldu mu?... O tarihlerde öyle yokluklar yaşanmaktadır ki, hani ne derler “Aşıklara aşkı unutturan” yokluklar. Mal canın yongasıdır derler ya hani; yongadan da öte, kütüğün kendisi gibidir.
Ve garip deliyeciğe ailesinin sorduğu ilk soru şu olur:
“Testiyi ne yaptın?...”
Kemikleri sızlatan dondurucu kış gecelerinde iki şey hep düşer aklıma:
Birisi, şairin “Bu ayazda ören yerler pek üşür” sözü;
diğeri de, geçtiğimiz yıllarda sefalet içinde vefat eden garip deliyeciğin öyküsü.
Toprağın üstünde garip yaşayanların, altında da garip olmamaları dileğiyle…
Türk Filozof TORLAKON