İster inan ister inanma-2 (MÜTEAHHİT MÜLAYİM)
( Bir Orta Anadolu İnsanının Sıradışı Hayatı )
“Mücevherse ürettiğim, elden ele taşınıp gerdanlara asılacaktır.
Gübre ise ürettiğim, el değmeden taşınıp mezbeleye basılacaktır.”(Torlakon öğretisi)
Onu ilk tanıdığımda gülüyordu; bir kamu kuruluşunun misafirhanesinde gece bekçisiyle sohbet ederken... Orta boyda, oldukça da kiloluydu. Sürekli terler ve nefes alıp verirken de ıslık sesleri duyulurdu... "Yediklerine dikkat edip, biraz da göbeği eritmelisin... Yoksa işin zor." dediğimde; "Ben yeme içmeden değil, sitresten kilo alıyorum." demişti. Halbuki, yüzü hep güler durur; neşeli, boşvermiş, gamsız görünürdü. Ufak tefek resmi ihaleler falan alır; genelde, içinde sabahladığı tek kabin pikabıyla gittiği yerlerden boş dönmezdi. Ege sahillerine yolu düştüğünde, pikabının kasasını hakiki zeytin ve yağlarıyla doldurur, kendi bölgesinde satardı. "Madem ki Uşak'tan geçiyorsun, dönüşte o kıyak battaniyelerden de getir, buraların halkı da ısınsın." dediğimde, gülümsiyerek karşılamıştı; "Bakarız çaresine be... Hangısından alıyım?"
"Temmuz ayında da palto giyilecek değil ya!" diyerek, bin üç yüz rakımlı bu Orta Anadolu Şehrine giderken yanıma hafif giysiler almıştım... Birkaç gün sonra, gökyüzünü kara bulutlar sardı. Öğle vakti sanki akşam karanlığı çökmüştü. Temmuz ortasında beni bir titremedir aldı. En iyisi; yatakhaneye gidip battaniyelerin arasına gömülmek ve ısınmaya çalışmaktı. Aynen kedinin minderin üstüne kıvrılıp yattığı gibi, virgül olup çektim üstüme birkaç battaniye... Henüz titremeyi atlatıyorum derken kapı gıcırdadı. "Kimdir" diyerek gözümün önünü aralayıp baktığımda afallamıştım... Kapıda duran; üstübaşı paralanmış, heryanı kan ve çamura belenmiş, yüzünde kandan haritaların oluştuğu adam o idi... Müteahhit Mülayim...
Şaşkın bir halde, manzaraya bir mana bulmaya çalışırken; karşımdaki insan gülümsüyor ve "Verilmiş sadakamız varmış yav!" diyordu. Sarhoş halde araç kullanırken yoldan çıkmış; kaç takla attığını bilmiyor; ters dönen pikabından güçbela çıktığı halde o, kan kaybettiğine aldırmayıp “Polisle başım derde girmesin” diye arabasındaki içki şişelerini saklayacak yer aramış ve o perişan haliyle yayan yapıldak doğru misafirhaneye gelmiş. Kendimi toparladım ve "Kasayı kaportayı fena halde dağıtmışsın; hastaneye gidip kendini toplatsaydın, üstelik de kan kaybediyorsun." dediğimde: "Yok yav, biz ne belalar atlattık, üstümü başımı yıykarım birşey kalmaz. Yalnız, elbiselerimi değişmem lazım." dedi.
Aradan birkaç gün geçmişti... Sabahın köründe, öksürük ve pavkırıkların arasından bir ses yükseldi "Galkın millet zehirlendik!... Ölüyoooz!." Yan koğuşta kalan taşeron, Prostatlı Şevki'nin sesiydi bu. Rahatsızlığından dolayı sıksık tuvalete gitme ihtiyacı hissettiğinden; durumdan ilk onun haberi olmuştu...Saatlerdir, depodaki kömürlerin kendi kendine tutuşmasıyla çıkan yangını söndürmeye çalışan gece bekçileri ve itfaiyecilerin aklına, misafirhanede yatanları uyandırmak gelmemişti... Kapı açıldı... Karşımda duran: atleti pijamasından taşmış, eli yüzü is ve dumandan kararıp şişmiş, buna rağmen hala sırıtıp "Verilmiş sadakamız varmış yav!..." diyen, duman arasında bir görünüp bir kaybolan şahıs, Mülayim efendiden başkası değildi. Kazada hurdaya çıktığı için artık, pikabının içinde yatamıyordu...
Bir müddet sonra, bazı işlerinin takibi için İstanbul'a gitmişti. Genelde alkollü olduğu için, yerel yolculuklarda aracını kendi kullanır; uzun yolculuklarını otobüsle yapardı. Bu sefer de öyle oldu... Yeni aldığı ikinci el pikabından ayrı kalmıştı...
Gün boyu süren koşuşturmaların ardından, yorgun argın kalacak bir otel aramaya başladı. Gel gör ki, adım attığı her otelde boş yatak kalmamıştı. Nefes darlığıyla beraber zaten kilolu olan bedenini kaldırıma bir bıraksa, saatlerce ölü gibi yatardı. Artık dayanacak gücü de kalmamıştı... Vardığı son otelden de hiç geri dönmek niyetinde değildi. Otel görevlilerinin tüm olumsuz cevaplarına karşın o çözümden yanaydı; "Sizden, yıldızlı yatak filan istediğim yok. Şu merdivenin altına bir kampet atıverin, bana yeter... Yoksa, kovsanız bile bir yere gidecek değilim... "
O öyle söylüyordu fakat otelcilere göre ortada bir başka sorun vardı... Daha önce benzer durumda merdiven altında kaç kişi yatmışsa, sabaha ölü bulunmuştu. Neticede, Mülayim efendinin ısrarına dayanamayıp bir kampet atarlar merdiven altına... Bizimki adamakıllı bitkin olduğu için, kendini kampete atmasıyla horlamaya başlaması bir olmuştur.
Sabah olur... Telaşlı bir şekilde ortalıkta dolaşan kahramanımızın “hayatta” olduğunu gören elemanlar derin bir oh çekerler lakin o illa otel sahibini görmek ister. Neticede görüştürülür... Başından geçenleri otel sahibine bir bir anlatır ve bütün masrafları kendisi çekmek üzere, altında gecelediği merdiveni yıkıp bir başka yönden tekrar yapacaktır. Otel sahibi, daha önce olanları da düşünerek makul karşılar ve bir muamma (?) çözüldüğü için de memnun olmuştur.
Müteahhitimiz uygun şekilde merdiveni yıkarak konumunu değiştirip yeniden yapar. Ayrıca gecelediği yerde oluşan boşluğu da çevirerek minik ve şirin bir mescide dönüştürür...
İşlerini tamamladıktan sonra gönül huzuruyla memleketine dönen Mülayim efendi, hayatına kaldığı yerden devam eder... Günün birinde, bir arkadaşının oğlunun düğününe davetlidir. Köy evindeki yer sofralarında yenilip içildikten sonra, herkes duvar diplerine dizilmiş minderlerine kösülüp eğlenceye iştirak eder; içkiler lökürdetilir, şarkılar ortalığı inletir:
“Gadiiiyfedeeyn keseeysiyyi, gayfedeyn gelir sesiyyi...!”
Belinden tabancasını çeken boşaltır, tavandaki ağaç kirişlere...
Mülayim efendi de kendinden geçer ve o da çıkarır silahını... Sarhoş haliyle tetiğe üstüste basar... Sadece ilk mermi patlar, kovanını atmayınca ikinciyi kıstırmış, ama o hala tetiğe basmaya çalışmaktadır. Bir sakatlık çıkmasından endişelenen, etraftaki aklı başında gençlerden biri "Sen keyfine bak Mülayim abi, ben ayarlarım!" diyerek alır tabancayı... Bu arada köylünün biri; "Mülayim bey, bi misafirin var kapıda bekliyor!" der.
*** Gelsin ovlum... O da yesin, işsin, eğlensin!...
- Gelemezmiş... İlla senin kapıya gelmen gerekiyormuş!
*** Hayırdır işallah!...
Mülayim efendi kapıya çıktığında, tanıdığa benzeyen yabancı bir adamla karşılaşır:
*** Beni aramışsınız, buyurun girin içeri...
-- Beni hatırladın mı?
*** Tanıdık biri gibi geliyon emme, çıkaramadım...
-- Hani sen, bir otelde kalmıştın; merdiven altında yatmıştın...
*** Hımmm...
-- Rüyanda sana demiştim ki "Mülayim efendi! Sen şu anda benim mezarımın üstünde yatıyorsun. Üzerimden hergün arsız uğursuz kişiler gelip geçiyor, bana ızdırap veriyorlar..."
*** Mmmm...
-- “Eğer beni bu durumdan kurtarırsan, sana büyük bir iyilik yapacağım" demiştim...
*** Eveet.
-- İşte şimdi o iyiliğin vakti geldi.
*** Hayırdır?
-- Bu gece öleceksin!
-Iıııı?...
“Sen iyilik tohumları saç dostum! Bırak nerde çimlenirse çimlensin.”(Torlakon öğretisi)
Karşısındaki adamın bunları söyledikten sonra bir anda ortadan kaybolmasıyla birlikte büyük bir telaşa kapılan Mülayim efendi:
"Arkadaşlar bana müsade!" diyerek ardına bakmadan evinin yolunu tutar...
Alkolün etkisiyle yıkıla döküle evinin kapısına eriştiğinde susuzluktan kavrulmaktadır. Hemen saralanır kapının yanında duran testiye ve diker tepesine. Ne var ki dengesi bozulup testiyle birlikte yuvarlanır. Kırmıştır testiyi bir yudum bile içemeden. İçerideki masanın üstünde duran sürahiye takılır gözü. Onu da alırken düşürüp kırar. Güldürtüye, karısı Cevriye koşar gelir. Kocasını uçan kuştan kıskanan Cevriye, ortalığın çarşambaya döndüğünü görünce kopartır cazırtıyı:
-Zıkkımın kökünü içesice!... Git Cehennemin dibinden iç suyunu!... Bu vakide gadar nerde zıkkımlandıysan orayı dağıdıp gelseydin bari!...
Bu arada bizimki çoktan dalmıştır banyoya. Buz gibi suyla yunar, arınır; suyunu da içer... Temiz urbalarını da bulup giyer ve geçer seccadenin başına... Öfkesi henüz yatışmamış olan Cevriye, tuhaf bakışlarla söylenmeye devam eder: "Şimdi de dalga mı geçiyon sarhoş sarhoş!... Hem, kıble de Moskova tarafında değil, Antep tarafında!..."
Mülayim efendi kıblesini de düzelttikten sonra namazına devam eder. Aradan saatler geçtikçe karısının tuhaf bakışları da değişmiş ve pişmanlık düşüncelerine dönmüştür:
"Keşke o kadar kötü şeyler söylemeseydim. Bu duygusal adam zaten benim yüzümden alkolik olmuştu; herkesten kıskanırken alkole kaptırmıştım onu. Kıskançlığım, evhamlarımı şiddetlendirip paranoyaya çevirmiş; adamımı her dem bunaltmıştım.
Oncağız'sa boşamayı düşünmeyip benim cevrime katlanmaya devam etmiş ve bunaldıkça alkolden teselli aramıştı. Başka ve hayali kadınlardan sakınırken, alkolün kucağına itmiştim onu düşünmeden... Hem, kim neynesindi bu Hacıyatmaz kılıklı şişko garibi?...
Durduk yerde kırklanıp (iyice yunup arınıp) namaza durduğuna göre; bugün bunun başına bir iş geldi herhal... Neyse, bundan sonrası hayır olsa bari?..."
Cevriye böyle düşünüp dururken: gecenin bir vakti sokakta gürültü, patırtı kopar; belli ki kavgalı bir durum vardır... Mülayim efendi, namazını bırakarak merak içinde pencereye koşar... Karısı endişelenir:
-Bırak herif elalemin kavgasını; sen namazını kılmaya bak!...
-Yok hanım... Bu bizim sağdıç... Süleyman'ın sesi... Başı darda galiba?!...
Mülayim efendinin pencereye varmasıyla, sokaktaki elektrik direğinden seken bir kurşunun kalbine saplanması bir olur. Sessiz sedasız oracığa yığılıverir.
Korktuğunun başına gelmesiyle, neye uğradığını şaşıran Cevriye feryad-ı figana başlar:
"Ne işin vardı senin; elin kavgasıyla, döğüşüyle?!... Namazınla uğraşsaydın bu başına gelmezdi!... Ahh! Ahhh!..."
Onu bu dünyadan alıp götüren, kendi silahından çıkan kurşundur; düğün evinde patlamayan kurşun... Silahını ayarlayan delikanlı "Nasıl olsa geri döner gelir, minderine kurulur" diyerek, minderin altına koymuştur. Ortalık kararınca, gelinin eski nişanlısının ekibi düğün evini basmış ve çıkan kargaşada silah bir başkasının eline geçmiştir. Neticede, sokağa yayılan çatışma ve...
Müteahhit Mülayim, bu adaletsiz ve kanlı gezegenden "Verilmiş sadakasının hayrıyla" yunmuş, arınmış olarak göçmüştür.
Geride, O'nun terekesi ve yarım kalan işleriyle başa çıkmak zorunda olan biri kalmıştır; Müteahhit CEVRİYE...
10 Mart 2004
Filozof TORLAKON