MELEKLER YANILMAZ (Beyaz Zambak)
"İNERKEN DÜŞMEK İSTEMİYORSAN, ÇIKARKEN BASTIĞIN YERLERİ UNUTMA!." (Torlakon öğretisi)
Sararan yaprakların bir kısmı yerlere dökülmüş; üzerlerine de, yılın ilk karı serpilmişti. Hazan mevsimi, hüzün mevsimi demekti. Ayrılıkları, ölümleri çağrıştırırdı. Hele bir de kış, kendini iyiden iyiye hissettirdi mi; peş peşe gitmeye başlardı köyün ihtiyarları. Kapı ve pencere kenarlarına sıkıştırılmış olan pamuklar, bir nebze olsun soğuğa engel olsa da, bolca yakacak hazırlanmamışsa; kış zor çıkardı. İşin içinde bir de, sobayı yakabilme mahareti ve uğraşısı vardı...
Sabahın köründe, bir titremedir almıştı Avcı Celal'i. Biraz önce geldiği helâda çok üşümüştü. "Gençlik, zır zır; kocalık, zor zoor!" derdi, eskiler. Güç bela girip çıkabiliyordu helâya. Bir gün çıkamayıp da, son nefesini orada vermekten endişe ediyordu. Vefalı ve cefalı eşi öleli yıllar olmuş; biricik evladını da vatana kurban vermişti. Etraftaki komşular, uzaklardaki akrabalardan daha çok faydalıydılar. Sağolsunlar; onu, ekmeksiz aşsız bırakmazlardı. Asıl, yemeği yemekte kopuyordu kıyamet. Ekmek birazca katı oldu mu, ne dişleriyle kesebiliyor; ne de eliyle bölebiliyordu. Hazır yemeği çiğneyip yutmak işkence olmuştu sanki. Yarım bıraktı yemeğini...
İçinde garip sıkıntılar belirmişti. Evin havasına bir haller olmuş; elbiselerin, eski eşyaların, kirli kapların ve rutubetli duvarların kokusu boğuyor gibiydi onu. Hemen çıkmalıydı dışarı. Güç bela doğrulduktan sonra ulaştı, kapının yanında duran bastonuna. Her zaman için üzerini giydirecek kimse olamayacağından, elbiseleriyle yatıp kalkardı. Eski paltosunu aldı omuzuna sadece. Yavaş adımlarla yürümeye başladı, köyün karlı sokağında. Ekim ayının son günlerinden birinde, kuşluk vaktiydi. Belki de kırk yıldır ilk defa kış bu kadar erken bastırmıştı. Havanın güneşli olması, soğuğu birazcık kırıyordu. Köyün dışına doğru gidiyordu. Aslında o gitmiyor; ayakları götürüyordu...
Gözünün önünden bir bir geçen hayatı, özlemlerini coşturmuştu. Azığını doldurduğu sırt çantası, elinde kırma çiftesi, fişekleri numarasına göre sıraladığı kütüklüğü, dizlerine kadar çektiği postalları hiç ağır gelmezdi ona. Oysa şimdi, bir bastona bağımlı olarak yürüyebiliyordu...
Neden sonra, köye en yakın avcı gümesinin başına vardı. Ne keklikler avlamıştı burada. Bir anda heyecana geldi ve büyük bir özlemle girdi gümenin içine. Bu arada duvarın bir kenarını da yıkmıştı. Eeee, ne de olsa ihtiyarlıktı. Eskide kalmıştı o, bir hamlede atlayıp yerleştiği günler. Paltosunun alt kenarını katladıktan sonra oturdu karların üzerine. Usulca bastonunu yerleştirdi; daha önceleri tüfeğini koyduğu mazgala. Baston üzerinden, gez-göz-arpacık yapıyordu özlemle. Gözleri, eskisi kadar olmasa da herşeyi seçebiliyordu...
O da ne?... Nişan aldığı kafes gümesinin üstünde koca bir kuş durur gibiydi; arkası dönük. Heyecanla birlikte, endişe de belirdi. Acaba, tüfeğindeki(!) saçmalar, bu devasa kuşu(?) öldürebilir miydi?... O, kafasındaki bin bir türlü sorularla cedelleşirken, kuş, birden ona doğru döndü. Gözleri; ihtiyar Çakır kuşları gibi alev saçan bu şey, sanki başka bir şeydi ve hışımla, hamlesini yaptığında; "Goca Guş geliyooo!..." son söz ve son nefesi oldu, Avcı Celal'in.. Melekler yanılmazdı. Ölüm Meleği de "Avcı gümesi"nde bekliyordu onu...
Cesedini ertesi gün buldular. Karlar üstündeki, gidip de dönmeyen izlerinden... Mezarını gönüllü olarak, eski avcı arkadaşlarından Bekir kazmak istedi. Kış erken bastırdığı için don vardı ve toprak da kaya gibi sertti. Bir saatte bir karış yeri anca kazabilen Bekir efendi; "Amma yaptın be sağdıcım!... Bööle günde de ölünür mü bee!... Nasıl kazılacak bu toprak?!... Hadi ben kazdım diyelim. Bööle günde girilir mi bu buz gibi yere?!..." diye söylenip duruyordu. Aslında o da biliyordu, ölümde seçmece olmadığını. Yolculuğun hangi mevsimde olacağı; girilecek toprağın kireçli mi, yoksa humuslu mu olacağı; akrep, çiyan gibi böceklerin bol olup olmadığı belirsiz olduğu gibi; toprağa girilip girilemeyeceği bile garanti değildi. Kimi varlıklı kimseler, aile mezarlarındaki yerlerini ayırttıkları halde, denizdeki balıklara yem olmuşlardı... Yanında yatak yorgan götürmek de yoktu. Oradaki varlık, sadece; bu dünyada yapılan iyiliklerdi...
Konu komşu, sokağa karakazanı kurup, suyunu ısıttılar. Güneşli ve buz gibi bir günde, sokakta yıykayacaklardı onu. Köyde izinde olan bir evrenkent(üniversite) öğrencisi; "Celal amcayı bu sabunla yıykayın!" diyerek, beyaz bir sabun uzattı imama... Oradan birisi de: "Ne farkeder!.. Ölü, sabun mu koklayacak?!..." diye söylendi... "Sabunu ölü koklamayacak!... Buradakiler, bizler koklayacağız." dedi öğrenci ve ekledi: "Ölünün kötü halleri söylenmez. Ardından hoş şeyler söylemek gerekir. Bu sabunla yıykansın ki sevinsin. Çünkü o, bunun kokusunu çok severdi...".
Cesede dökülen sıcak su, bir yandan beyaz buhar olup yükseliyor; diğer yandan da köyü hoş bir "Beyaz Zambak" kokusu sarıyordu.
Kimsesizlik, ne kadar zordu... Haftalardır, onu yıykayıveren kimse bulunmuyordu...
Bu ne güzel bir inanıştı ki, insanı pırıl pırıl temizlemeden toprağa koymuyordu...
Toprağın üstünde garip olanların, altında da olmamaları dileğiyle...
21 Ekim 2005
TORLAKON