ELLİNCİ ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE
SEVGİLİ ÖĞRETMENİMİZ HABİP ARIÖZ
Ellinci ölüm yılında başöğretmenliğini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı eğitim seferberliğinin büyük irfan önderi, muhterem insan Sayın Arıöz;
Sen, var olduğumuz sürece hep gözümüzün nuru, gönlümüzün güneşi, kalbimizin ateşi oldun ve engin hayat felsefen ile geleceğimize ışık tuttun. Seni bir an olsun anmamak mümkün mü? İşte yine anıyoruz ama hüzün ve gözyaşları ile değil. Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün çöken bir imparatorluğun külleri üzerine kurmuş olduğu genç Cumhuriyetimizin ihtiyacı olan fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yeni bir neslin yetişmesine ön ayak olan çabalarının aziz hatırası ile anıyoruz seni. Gelecek nesillere ışık tutacağını düşünerek kimi zaman talihsiz kimi zaman da övünülecek bir seyir izlemiş o hayat hikayeni hep birlikte paylaşmak ihtiyacını duyuyoruz. Şimdi bu hikayeyi aziz hatıran önünde senin dilinden dinleyelim.
“ Tarih 01.07.1881. Karacaören’de fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Babamı hiç görmedim. Zira anamın karnında iken babam Molla Mehmet vefat etmiş. Anam beni dünyaya getirdikten birkaç ay sonra ikinci evliliğini yapmış ama üvey babam beni istememiş. Anama bu çocuğu kime verirsen ver ben kabul etmiyorum demiş. Anam, ana yüreği değil mi beni kimseye verememiş. Üvey babam madem veremiyorsun geceleri ağlamasından şikayetçiyim bari geceleri olsun birine bırak demiş. Anamın bırakacak yakın bir kimsesi olmadığı için akşam olunca beni son bir kez emzirip ahırda hayvanların yem yediği boş bir hatıla sarar sarmalar bırakırmış. Böyle yıllar ayları takip etmiş. Dört beş yıl beni bu şekilde akşamları ahıra bırakarak gündüzleri yanına alarak büyütmüş. Canım anamı oniki yaşından sonra bir daha görmedim ve ne zaman öldüğünü de bilmiyorum.
Aklımın erdiği altı, yedi yaşlarından başlayarak tarla tapan işlerine yardımcı olmak suretiyle oniki yaşına kadar günlerim üvey baba ile geçti. Anamın ilk evliliğinden olan Nuh Ağama (Hacı Nuh Arıöz) ekim, hasat ve harman zamanı azık götürürdüm. Oniki yaşında iken bir gün erken uyanamadığımdan tarlaya azığı geç götürdüm. Kendisi bana kızarak sırtıma bir kessek (sert toprak parçası) vurdu. Ben de ağlayarak Köye döndüm. Artık hayata bu şekilde devam edemeyeceğimi anlayarak kendime yeni bir istikbal çizmeye karar verdim. 1893 yılında okumak için Köyden ayrılarak Ankara’ya gitmem gerektiğini düşündüm. Kendi kendime okuyarak Köyüme hoca olmayı kafama koydum. Zira o devirde toplumda en itibarlı meslek ve statü cami hocalığı idi. Başıma anamın tülbentini dolayarak bir sarık yaptım.
Evde bir çift güvercinim vardı. Artık Köyde kalamayacağımdan onları yuvasını (duvara çakılı bir gaz tenekesi idi) bozarak azat ettim ve artık hürsünüz dedim. Hak, özgürlük ve mücadele kavramları ben de oniki yıl gibi kısa bir zamanda yaşadığım şartların da etkisiyle çok derin bir şekilde tebarüz etti. Sonra yalın ayak evimizden çıktım. Taşladik’in (Taşlıgedik) başına vardığımda döndüm Köyüme son bir kez baktım. Ağlıyordum. Zira vatanımı bir daha ya görecektim ya da göremeyecektim. Cebimden yağlığımı (mendil) çıkardım. Yerden bir avuç toprak alarak içine koydum. Ağzını düğümledim. Köyümden ayrı kaldığım yıllar boyunca her gün vatanımın bu toprağını gözyaşları içinde hep kokladım. Yürüyerek Kırşehir’e geldim. Hiç durmadan yola devam ettim. Beş günde Kaman’a vardım. Yürümekten tabanlarım çatladı, ayaklarım şişti. Acılar sızılar içinde bir çeşme başına oturdum. Ağlıyordum. Bir taraftan da ağzımdan şu dizeler dökülüyordu.
“ Kırşehir’den çıktım göründü Kaman,
Ayaklarım şişti oldu hallarım yaman.”
O sırada çeşmeye gelen bir kadın benim bu halimi görünce niye ağlıyorsun oğlum, bir derdin mi var, kimin nesisin, nereden geliyorsun diye sordu. Ben de Kırşehir’in Karacaören Köyünden olduğumu, Ankara’ya okumaya gittiğimi söyledim. Bana bir tas su verdi. Suyu içtikten sonra haydi bizim eve gidelim sıcak bir çorba iç dedi. Beni evine götürdü. Ayaklarımı sıcak su ile güzelce yıkadı. Çatlayan yarıklara zift kaynatarak döktü. Üzerine tülbent sardı. Ağrı ve sızılarım azalmıştı. Çok rahatlamıştım. İki gün evinde misafir olduktan sonra teyze bana müsaade edin yoluma devam etmek istiyorum dedim. Kadıncağız hazırladığı bir azık torbasını bana vererek beni yolcu etti.
Kaman’dan Ankara’ya onüç günde geldim. Ankara Hamamönü’nde Aslanhane Camiinin önüne geldiğimde öğlen ezanı okunuyordu. Yorgundum. Cami avlusunda uyuyakalmışım. Cemaat dağılırken sonradan adının Necati olduğunu öğrendiğim bir zat beni uyandırdı ve kim olduğumu, nereden geldiğimi sordu. Ben de durumu anlattım ve okumak için Ankara’ya geldiğimi söyledim. Beni Samanpazarındaki evine götürdü. Bir hafta kadar evinde misafir etti. Bana okumak için en uygun yerin İstanbul olduğunu söyledi. Hanımına bir azık torbası hazırlatarak bana verdi ve beni İstanbul’a selametledi.
Zor ve zahmetli bir yaya yolculuğu yaparak, bazan da yolda rastladığım araba ve kağnılara binerek birbuçuk ayda İstanbul’a vasıl oldum. Aç, susuz çok günlerim geçti. İstanbul’da Rumeli yakasına bir adamın himmeti ile kayığa binmek suretiyle geçtim. Eminönünde Yenicami’ye geldim. Yolculuğum sırasında duraklarım ya bir çeşme başı ya da cami önü oldu. Merdivenlere oturdum. Bir süre sonra Camiden çıkan cemaat beni dilenci zannederek önüme para atıyordu. Bu manzara beni çok rahatsız etti ve adamın biri (sonradan sarayda görevli ve itibarlı bir kişi olduğunu öğrendiğim zat) bana para atarken kendisine dilenci olmadığımı sadece okumak için yardım beklediğimi söyledim. Bunun üzerine adam benimle yakından ilgilenmeye ve sorularını yöneltmeye başladı. Ben de nereden ve nasıl geldiğimi anlattım.
Beni alarak bir faytonla Beyazıt’taki konağına götürdü. Bana yatacak bir yer tahsis etti. Evdeki görevim bu zatın yeni doğan çocuğunun sineğini kovalamaktı. Hemen beni Ayasofya Mahalle Mektebine (ilkokul) yazdırdı. Mahalle mektebini bitirdikten sonra aynı semtte idadi (ortaokul) ve Rüşdiye (lise) tahsilimi ikmal ederek Mahmutpaşa Medresesinde arabi öğrenimine başladım.
Bir gün Konağa boya ve badana işlerini yapmak üzere bir ustanın geldiğini gördüm. Adam bir taraftan duvarları boyuyor bir taraftan da bazı sözler mırıldanıyordu. Bu sözler arasında padişah II. Abdülhamid’e küfrediyordu. Birden hiddetlendim ve kendisine sen kimsin ki Ruy-i Zemin Hazretlerimize bu şekilde hakaret ediyorsun dedim. Adam boyama işlemini durdurdu ve bir taraftan terini silerken bir taraftan da bana “Ruy-i Zemin hazretlerine bir sana iki” dedi. Bunun üzerine daha da öfkelendim ve kendisini şikayet edeceğimi söyledim. Adam bana kim olduğumu, nereden geldiğimi sordu. Ben de Kırşehir’li olduğumu söyledim. Sonradan adının Yunus Bekir olduğunu öğrendiğim bu usta kendisinin de Kayseri’li olduğunu, halkın Anadolu’da fakirlik ve yokluk içinde inim inim inlerken Padişahın İstanbul’da zevk-u sefa içinde yaşadığını, onlardan toplanan vergilerle bu hayatı idame ettirdiğini, Anadolu’yu kendi hali ile baş başa bıraktığını, devlet ve memleket işleri ile hiç ilgilenmediğini ve tam bir hıyanet içinde bulunduğunu söyledi. Pekiyi ne olacak diye sorduğumda
kendisinin Padişah aleyhtarı gizli bir hareketin içinde olduğunu, istersem benim de aralarına katılabileceğimi söyledi. Bu gizli hareket İttihat ve Terakki Cemiyeti idi.
Bunun üzerine cemiyetle nasıl temasa geçileceğini sordum. Cemiyetin gizli olduğunu, ancak belirli koşullar altında buraya gidebileceğimi ve bu konuşma hakkında kimseye bilgi vermemem gerektiğini söyledi. Ertesi gün Konağa geldiğinde belirlenen bir yerde belli bir tarih ve saatte beklememi, bir faytonun buluşma yerinde yanıma geleceğini ve hiçbir şey sormadan faytona binmem gerektiğini ifade etti. Ben de kabul ettim. Daha sonra belirlenen yer ve saatte buluşma yerinde beklemeye başladım.Derken bir fayton söylendiği gibi önümde durdu. Hemen bindim.Biner binmez yüzleri kapalı iki kişi gözlerimi bir bezle bağlayarak beni aralarına oturttular.
Tahminen yarım saatlik bir yolculuktan sonra gözlerim bağlı olarak beni faytondan indirdiler. İndiğimiz yer bir konağın avlusu idi. Ama hangi semt olduğunu bu gün dahi bilmiyorum. İki kişinin kolları arasında bazı merdivenleri çıkarak beni bir salona aldılar. Gözlerimi açtıklarında salonun ortasında bir masa olduğunu ve masanın üzerinde bir Kur’anı Kerim, bir kılıç ve bir tabancanın bulunduğunu fark ettim. Etrafta yirmi, otuz kişinin ayakta birbiriyle sohbet ettiğini gördüm. Daha sonra en yetkili zat olduğunu sandığım birisi beni masaya davet etti.
Benim niçin buraya getirildiğimi, kabul edersem cemiyette nasıl bir görev alacağımı anlattı. Şayet kabul etmez isem İlyas isimli o şahsın adını bir daha hiç anmayacağıma, bu buluşma hakkında kimseye bilgi vermeyeceğime dair söz aldılar. Aksine hareketin bedeli ölümdü. Ben de yapılan açıklamalardan sonra verilecek görevi kabul ettiğimi söyledim. Cemiyetteki görevim Avrupada basılarak gizlice İstanbul’a getirilen Padişah aleyhtarı gazeteleri dağıtmaktı. Bunun için en uygun yer camilerdi. Görevi kabul etmem üzerine üyelik girişi için bana masada duran Kur’anı Kerim, kılıç ve tabanca üzerine ellerimi koydurarak yemin ettirdiler. Bana sadece irtibat kuracağım, gazete ve talimatları alacağım bir kişinin adını verdiler ve masaya çağırarak kendisi ile tanıştırdılar. Başka kimseyi tanımıyordum. Zira Cemiyetin örgütlenme yapısı hücre esasına dayanıyordu.
Kayserili Yunus Bekir’i bir daha görmedim. Görsem bile birbirimizle görüşmemiz yasaktı. Şayet görev esnasında Padişahın hafiyelerine yakalanırsak hiçbir şey bilmediğimizi söylememiz, bu işi para karşılığı yaptığımızı ifade etmemiz emredildi. Gazeteleri de tanımadığımız kişilerin verdiğini belirtmemiz söylendi. Zaten Cemiyetin üyeleri ve yeri hakkında da hiçbir şey bilmiyorduk. Gazeteleri Ayasofya, Sultan Ahmed, Beyazıt ve Fatih camilerinde imam ve cemaat secdeye vardığında bir kapıdan girerek döküyor öbür kapıdan kaçıyordum.
Bir gün sabah namazında gazeteleri Beyazıt Camiinde cemaat secdeye vardığında önlerine döküp giderken bir el koluma yapışıverdi. Secdeden kalkan adam namazı da bozmak suretiyle beni yanına alarak Yıldız Sarayına götürdü. Anladım ki bir hafiyeye yakalanmıştım. Sarayda beni bir nezarethaneye attılar. Günlerce işkence altında sorguladılar. Emir gereği hiçbir şey bilmediğimi, masum olduğumu, bu işi cüz’i bir para karşılığı yaptığımı söyledim. Konuşmalarım sırasında dengesiz davranışlar sergileyerek, deli taklidi yaparak tehlikeli bir adam olmadığıma, zavallı bir sokak serserisi olduğuma inandırmaya çalıştım. Daha sonra beni Abdülhamidin huzuruna çıkardılar. Kendisi bana hangi örgüt hesabına çalıştığımı sordu. Ben de hiçbir şey bilmediğimi, bu işi karnımı doyurmak için ufak bir para karşılığı yaptığımı biraz da deli numarası yaparak söyledim. Abdülhamit hafiye zabitine dönerek salın bu serseriyi, bundan örgüt üyesi olmaz dedi. Huzurdan dışarı çıkarıldığımda kapıda Kayserili Yunus Bekir’in hafiyelerin kolları arasında olduğunu gördüm. O da yakalanmıştı. Bana kendisini tanıyıp tanımadığımı sordular. Kendisini daha önce hiç görmediğimi söyledim. Daha sonra beni salıverdiler. Artık Beyazıttaki konağa dönemezdim. Zira günlerce eve uğramamıştım. Sebebini Konak Sahibine anlatamazdım. İrtibatlı olduğum İttihat ve Terakki Cemiyetinde görevli örgüt üyesinin evine gittim. Bu defa gazeteleri İstanbul’un başka camilerinde dağıtmaya devam ettim. Bu arada Medresedeki tahsilimi tamamladım. Devamlı yer ve yol değiştiriyordum. Gazete dağıtırken bu defa Fatih camiinde hafiyelere yakalandım. Ne ise ki, yakalayan hafiyenin elinden atik bir hareketle kurtuldum ve kaçtım. Ara sokaklarda izimi kaybettirdim. Ancak daha sonra Avrupa’da yayınlanan bir gazeteye yazdığım yazıdan ötürü ihtilattan men edilerek (kamu haklarından yasaklı kılınarak) 3 üç ay hapse mahkum oldum. İstanbul’da yaşayamayacağımı anlayarak Edirne’ye gittim. Kalkansöğüt isminde bir köye hoca oldum. Tekrar Edirne Sahrasından bir mektup yazarak İngiltere’nin Filkston şehrinde çıkan Osmanlı Gazetesine gönderdim. Habip Mehmet imzası ile kanlı acidar ve kızıl Sultan’dan bahseden bu yazım gazetede neşrolununca İstanbul sokaklarına aşağıdaki ilanın asıldığını haber aldım
“Habip Mehmed’i ölü veya diri getirene
200 Osmanlı Akçesi verilecektir.”
Bunun üzerine pılıyı pırtıyı toplayarak apar topar Edirne’yi terk ettim. Yürüyerek Bulgaristan’a geçtim. Yolculuğum yine zor ve zahmetli oldu. Zira yol güzergahı yerine dağlardan, ormanlardan geçen güzergahı takip etmek zorunda kaldım. Yolculuğum sırasında topladığım yabani mantar ve meyvaları yiyerek beslendim. Yerleşme bölgelerine mümkün mertebe uğramadım.
Bulgaristan’da ilk uğrak yerim Filibe oldu. Burada bir matbaada iş buldum. Matbaa Ali Fehmi Bey’in Muvazene Gazetesini çıkarıyordu. Görevim mürettiplik idi. Yani baskı için kurşun harfleri sıraya dizmekti. Matbaada yatıp kalkıyordum. Matbaanın sahibi bir Ermeni idi. Matbaanın karşısında bir Ermeni Kilisesi vardı. Benim yattığım odanın penceresinden kilisenin bahçesi görünüyordu.
Bir Pazar günü ayinden önce sabah saatlerinde penceremden kilise papazının bir çocuğu çırılçıplak bahçedeki havuza daldırıp çıkardığını ve başından aşağı su döktüğünü gördüm. Papaz sonradan öğrendiğime göre çocuğu vaftiz ediyordu. Vaftiz edilen çocuk bizim matbaada ayak işlerine bakan sekiz on yaşlarındaki Kevork’tan başkası değildi. Kevork ertesi gün matbaaya geldiği zaman Pazar günü kendisi için yapılan ritüelin ne olduğunu sorduğumda bunun bir vaftiz seremonisi olduğunu, bu işlemle bütün günahlarından affolunduğunu söyledi. Kendisine bir insanın başına su dökülmekle, havuza daldırılıp çıkarılmakla günahlarından affolunmayacağını, bunun bir saçmalık olduğunu söyledim. Kevork aramızda geçen bu konuşmayı kilise papazına aktarmış. Kilise papazı da beni matbaanın sahibi Yervant’a şikayet etmiş Yervant beni çağırdı. Habip Mehmet artık seninle çalışamayacağız zira sen bu kabil söz ve davranışlarınla halkın dini inançlarından uzaklaşmasına çalışıyorsun. Kusura bakma dedi. Bunun üzerine matbaadan ayrıldım.
Şumnu’ya geçtim. Burada bir yıl kadar mahalle mektebi hocalığı yaptım. Daha sonra Yugoslavya ve Macaristan’ı dolaşarak teşkilatın bu ülkelerdeki faaliyeti hakkında bilgi edindim, zaman zaman karşılaştığım mensuplarıyla istişarelerde bulundum. Avrupada kaldığım süre içinde Bulgarca ve Almanca öğrendim. Tuna kıyılarını gezdim. Budapeşte dahil Macaristan, Yugoslavya, Romanya ve Avusturya’nın belli başlı şehirlerini görme imkanım oldu. Zagrep, Bükreş, Varna, Rusçuk ve Köstence bunlardan bazıları idi.
Yeri gelmiş iken Yugoslavya’daki bir hatıramı nakletmeden geçemeyeceğim. Yugoslavya’dan Avusturya’nın başkenti Viyana’ya geçerken, yapacağım tren yolculuğu için istasyona geldim. İstasyondaki gişe memuru nereye gideceğimi Almanca sordu. Ben de Viyana’ya dedim. O saatlerde Viyana’ya tren olmadığını, ertesi gün öğleden sonra Viyana trenine binebileceğimi söylemiş. Ancak Almancam o kadar gelişmiş olmadığından adamın söylediklerini anlayamadım. Israrla o gün için bilet almak istediğimi söyledim. Adam sinirlenerek gişe penceresini yüzüme sertçe kapattı. Şaşkın bir şekilde istasyonda dolaşırken uzun süre dostluğumuzu sürdürdüğüm bir Sırp olan Milosevic bey ile orada karşılaştım. Kendisine Almanca bu olay nedeni ile gişe görevlisinin tutumunu şikayet ettim. Milosevic gişeye giderek durumu detayları ile görevliden öğrendi ve bana izah etti. Ben de pekiyi diyerek ertesi gün için bilet aldım. O akşam Milosevic beni evinde misafir etti ve ertesi gün uğurladı. Avrupa’da iken Milosevic ile hep mektup muhaberatımız oldu.
Mensubu olduğum İttihat ve Terakki önceleri Paris’teki Jön Türkler hareketi ile dirsek teması çalıştı. Zira bu hareket İttihat ve Terakki’nin Avrupadaki uzantısı olarak kurulmuştu. İlk dağıttığım gazete Paris’te yayınlanarak gizlice İstanbul’a sokulan Meşveret Gazetesi idi. Bu gazetenin para ihtiyacını Paris’teki Mason Locası karşılıyordu. Cemiyetin varlığı 1895’te İstanbul’da deşifre edilmiş, üyeleri hapse atılmış, sürgün edilmiş veya benim gibi yurtdışına kaçmıştı. Cemiyet Tıbbiye, Mülkiye (Bu günkü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi . Abdülhamit tarafından 1859 yılında kurulan Okulun o günkü adı Mekteb-i Mülkiyeyi Şahane idi.), Harbiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler kurmuştu. İttihat ve Terakki sonraları Avrupadaki Jön Türkler Hareketi ile görüş ayrılığına düştü. Paris ile irtibatını koparan Cemiyet bu defa Rumeli’nde hızla teşkilatlandı ve muhalifleri dışlayarak Avrupadaki Jön Türklerle tekrar temas kurdu. Bu sırada Cemiyetin biri Selanik’te diğeri Paris’te iki merkez-i umumisi ortaya çıktı. Söz konusu Cemiyet bütün fikir ayrılıkları ve bölünmelere rağmen ikinci meşrutiyetin ilanında ve milli mücadele yıllarında önemli roller üstlendi.
İkinci meşrutiyetin ilanına kadar olan süre zarfında Bulgaristan’da öğretmenlik görevimi sürdürdüm. Bu arada ilk eşim olan Emine Hanım ile Bulgaristan’da evlendim. İkinci Meşrutiyete kadar Padişah Abdülhamit’in istibdat idaresi giderek sertleşti. Avrupa’da da Jön Türk ve İttihatçı avı devam ediyordu. Çok büyük bir istibdat ve zulüm vardı. Sürgünde geçen yıllar içinde Tevfik Fikret’in şu mısraları hiç zihnimden silinmedi.
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa”
hakkın da dönmez yüzü,bükülmez kolu var
göz yumma güneşin nuru her ne kadar kararsa da
her karanlık gecenin parlak bir sabahı var.”
İkinci Meşrutiyetin ilanı ve Abdülhamit’in tahttan inmesi üzerine İstanbul’a müteveccihen Varna limanından bir vapurla yola çıktık. Tuna Nehri yolu ile Karadeniz üzerinden İstanbul’a geldik. Çok çalkantılı olduğundan yolcuları deniz tuttu. İkinci günün sabahının ilk ışıklarında İstanbul’a ayak bastığımızda herkes istifra ediyordu. Vapurdan iner inmez göz yaşları içinde yere kapanarak uzun yıllar hasret kaldığım vatan toprağını öptüm. Benimle birlikte Emine Hanım da gözü yaşararak yere kapandı ve çok sevdiği ailesini Bulgaristan’da bırakmış olmasına rağmen o da vatan toprağını öptü. Ne büyük saadetti vatana kavuşmak. İçim içime sığmıyordu.
Zahmetli ve uzun bir yolculuktan sonra Ankara’ya geldik. Yıl 1913. Osmanlı İmparatorluğu topraklarının paylaşılmasını hedefleyen savaşlar devam ediyordu. Osmanlı orduları Trablus, Bingazi, Derne, Tobruk, Kut-ül Amare, Suudi Arabistan, Yemen, Galiçya ve Kafkaslarda olanca gücü ile savaşıyordu. Ancak bu savaşlarda değişik nedenlerle hep başarısızlığa uğrayarak geri çekildi. 1914 yılında Birinci Dünya Harbi çıktı. Dört yıl süren savaşın son yılında Osmanlı İmparatorluğunun müttefiki olan Almanya’ya ait SMS Goeben ve SMS Breslau (sonra isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirilen) Moltke sınıfı bu ağır kuruvazörler tamamen Alman mürettebatı ile boğazlardan geçerek sivastopol limanını top ateşine tuttuğu için Osmanlı tek kurşun atmadan savaşa girmiş sayıldı. İtilaf devletleri karşısında Almanya’nın önderliğini yaptığı ve Osmanlı Devletinin de aralarında bulunduğu müttefikler bu savaşta yenilmiş kabul edildi. Savaş Sevr anlaşmasının imzası ile fiilen sona erdi.
Mustafa Kemal bu yenilgiyi kabul etmeyerek (ki Sevr’i baş kaldırarak kabul etmeyen tek liderdir) son vatan topraklarını (Misak-ı Milli sınırları) kurtarmak üzere 1918 yılında Anadolu’yu işgale hazırlanan itilaf devletlerine karşı o dillerden düşmeyen milli mücadele hareketine kazandığı insan üstü zafer olan Çanakkale savaşı ile başladı. Burada Miralay rütbesi ile Osman’lının bir zabiti olarak savaşıyordu. Onun bu mücadelesine Anadolu’nun aziz ve kahraman evladı Yurdun dört bir yanında işgal kuvvetlerine yani yedi düvele Dünyada eşi benzeri görülmemiş bir şekilde direnerek gerekli desteği veriyordu. Ne büyük bir saadettir ki Cenab-ı Allah böyle kahraman ve aziz bir millete böyle bir lider ve Komutan nasip eyledi. 19 Mayıs 1919 dan itibaren Osmanlı’nın rütbelerini atmak suretiyle bir halk önderi olarak Anadolu’ya geçti ve milli mücadeleyi teşkilatlandırmaya başladı.
Büyük önder, büyük komutan Mustafa Kemal’in eşsiz dehası, azmi ve cephelerdeki mücadelesi zihnimde hep büyük vatan şairi Namık Kemal’in şu mısralarını ve Mustafa Kemal’in bu soruya verdiği o dimdik cevabı ebedileştiriyordu.
“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
yokmudur kurtaracak baht-ı kara maderini”
“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”
Bu ümit ve inançla doğduğum topraklara döndüm ve Onun bu mücadelesine bir eğitim neferi olarak katılmaya karar verdim. Uzun bir yolculuktan sonra Emine Hanımla birlikte Ankara’ya geldik. Ankara Mutasarrıflığında Maarif Müdürlüğüne gittim ve durumumu anlatarak kendilerinden görev istedim. Verdiğim istida (dilekçe) üzerine beni 1913 yılında Zir Nahiyesi(Ziir-Yenikent) İlkokuluna başöğretmen olarak tayin ettiler.Buradaki görevim sırasında ilk eşim Emine Hanımdan çocuğum olmadığı için 1915 yılında Kırşehir’e gelerek Kayabaşı Mahallesinde Terzi Hasanlar lakabı ile anılan ailenin en büyük kızı olan Fatma Hanım ile evlendim. 1917 yılında ilk eşim Emine Hanımı kaybettim. Kendisini Zir Nahiyesinde toprağa verdik. Böylece hayattaki en büyük varlığımı ve manevi desteğimi kaybetmiş oldum. Zira kendisi münevver, intizamlı, mert, cesur, görgülü ve dirayetli bir Türk kadını idi. Kendisi ile her zaman iftihar ettim. Büyük bir üzüntü ve yeis içine düştüm. Günlerce yas tuttum. Her sabah işe gitmeden önce o manevi desteğimin kabrini ziyarete gidiyordum. Nahiye halkı içinde bulunduğum çöküntüyü anlıyor ve beni her vesile ile teselliye çalışıyordu. Manevi desteklerini esirgemiyorlardı. Fatma Hanımın ilk eşi Çanakkale Savaşında şehit düşmüş olan Salih Çavuş idi. Fatma Hanımdan da çocuğum olmadı.
1924 yılında anamın ikinci eşinden olan üvey kardeşimin kızı Fatma’yı ikinci eşim Fatma Hanımın küçük kardeşi Ahmet Ercan ile evlendirdim. Ahmet Ercan’ı iç güveyi olarak yanıma aldım. Bu evlilikten 1931 yılında Aytekin adını verdiğim bir çocuk dünyaya geldi. Soyadım devam etsin diye Aytekin’i evlatlık edindim. Aytekin’den de 1948 yılında Ahmet(Arıöz) adını verdiğim bir torunum oldu. Onun zekasına ve hafızasına hayrandım. Zira daha henüz dört beş yaşlarında iken otuz altı Osmanlı padişahını ve saltanat sırasında görev almış tüm vezir-i azamın isimlerini ezberlemişti. Odamda asılı resimlerini tek tek göstererek bu zevatın isimlerini sayardı. Ben de bundan büyük haz duyardım. Hayatım ile ilgili hatıralarımı anlatırken beni can kulağı ile dinlerdi. Gözlerindeki pırıltı beni çok etkilerdi. Yanında ne zaman bir şiir veya bir vecize okusam hemen hafızasına alırdı.
1918 ve 1919 yıllarında Ankara’ya bağlı Beynam Köyünde iki yıla yakın bir süre başöğretmenlik görevi yaptım. 1919 yılında Kırşehir’e tayinim çıktı. İlköğretim müfettişi olarak Kırşehir Vilayetinde 1924 yılına kadar Merkezdeki okulları teftiş ettim. Atatürk 24.12.1919 tarihinde Kırşehir’e geldiğinde huzurunda bilinen nutkumu Kırşehir meydanında irad ettim:
Necip Türk Milletinin gözbebeği Gazi Paşamız!
Asırlardan beri Türkün kanıyla idame-i hayat ederek kendisine Allah’ın gölgesi süsünü veren saray heyulası, düşmanlarımızla birlikte büyük milletimizin büyük kemallerini yetiştiren şu nazlı vatanı temelinden yıkmak, Türk Milletini ilelebet esir bırakmak hülyasını kurarken onu esaretten, ölümden kurtarmak azm-ü celadetiyle meydanı şehamete atılarak üç sene evvel şehrimizden geçmiş ve o vakit mahzun kalblerimizde bir şule-i ümit ve halas yaratmştınız!
Çok geçmedi Azim, celadet ve kudret-i dahiyanenizle altı asırdan beri tarih-i cihanın kaydetmediği daire-i şumul ve ihtivası ummanlar kadar engin şanlı bir zaferi istihsal ile milletimizin ve bütün alem- i islamın payansız şükranına mazhar oldunuz.
Senelerden beri kalbleri tehasür ve iştiyakla çarpan Kırşehir halkı Türk milletini layık olduğu yüksek mevkie isal eden, teceddüt ve itila yollarında bizlere nurlu hedefleri işaret buyuran Gazi reislerini selamlamak şerefine malikiyetlerinden dolayı kendilerini mesut ve bahtiyar bilirler.
Burada büyük milletimizin temayülatına tercüman olarak diyeceğim ki biz Kırşehir ahalisi muhterem Reisi cumhur Paşamızın rehakar kılıcı ile kurtardığı ve mucizeli kalemiyle çizdiği umdeler etrafında toplandık. Mukaddes gayemizin tahakkukunu görmek ve son hedefimize vasıl olmak için açtığımız hakikat yollarında genç ve zinde Cumhuriyetimizin feyizli ve nurlu ışıklarında sizinle birlikte yürüyeceğiz. Bizi bu şehrahi hakikatten çevirecek hiçbir kuvvet yoktur. Önümüze çıkan her maniayı bilaperva atlayacağız. Milletimizin şu demirden yumruğu zulüm, esaret, taassup ve cehalet zincirlerini parçaladığı gibi, her cehennem ateşini söndürmeye kafidir.
Biz Türkler, yeni ve feyyaz Cumhuriyetin hakiki muhafız ve nigehbanıyız. Milli ve kudsi mefküremiz budur. Cumhuriyet fidanını icabederse kanımızla sulamaktan çekinmeyeceğiz. Yaşasın Türk Cumhuriyeti, Yaşasın Türk Milleti, Yaşasın büyük Gazi Paşamız!
Gazi Hazretleri bu nutuk dolayısıyla çok memnun ve mütehassis oldular. Nutku irad ederken bir yanlışlık yaparak mahcup olmayayım diye günlerce öncesinden ezberlemeye çalıştım. 1924 yılında Köyüm Karacaören’de bir ilkokul yapmaya karar verdim. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra bu okulu tamamen kendi imkanlarımla inşa ettirdim. Aynı yıl müfettişlik görevinden affımı dileyerek Köyümün İlkokuluna tayinimi çıkarttım. Köy halkı çok cahil ve koyu bir taassup içindeydi. Okul yapılırken yardım etmek şöyle dursun
“Mektep de istemezük medrese de
Padişahım çok yaşa”
diye bağırıyorlardı.Çocuklarını mektebe göndermiyorlardı. Kapı kapı dolaşarak onlara çocuklarını mektebe göndermeleri için yalvarıyordum. Mektebe gelen çocuklara Kırşehir’den temin ettiğim akide şekerlerini ödül olarak veriyordum. Çocukların mektep malzemelerini imkanlarım ölçüsünde temin ederek vermeye çalışıyordum. Tek gelirim maaşımdı. Evime çok cüz’i bir kısmını ayırıyor geri kalanını okul inşaatı için yapılmış harcamaların taksitlerini karşılamaya ve çocukların ve mektebin ihtiyaçlarına ayırıyordum.
1926 yılında bu mektebi yaktılar. 1926 yılının Mart Ayında bir gün sabaha karşı eşim Fatma Hanım namaza kalktığında mektebin yanmakta olduğunu görmüş. Beni uyandırdı. Efendi kalk mektep yanıyor dedi. Pencereden dışarı baktığımda mektebin alevler içinde yandığını gördüm. Ateşten kızarmış çiviler havada bir mermi gibi sağa sola uçuşuyorlardı. Mektebin yanına yanaşmak mümkün değildi. Şaşkınlıktan şok geçiriyordum. Evin içinde bir o yana bir bu yana koşuşturuyordum. Nihayet pantolonumu ve ceketimi buldum. Mektebe gittim ama çok yaklaşamadım. Zira çok tehlikeli idi. Bütün emeğim bir anda kül oldu. Daha borçlarını ödeyememiştim. Ama Köyüm ve talebelerim mektepsiz kalamazdı.
Yeniden kolları sıvadım. Yanan mektebin yerine yenisini yapmaya karar verdim. 1927 yılında başlattığım inşaat 1928 ortalarında bitti ve 1928 yılı tedrisatına hazırdı. Atım dahil her şeyimi satmıştım. 1946 yılında yaş haddinden emekli oluncaya kadar bu mektebin borçlarını ilkinden kalanlar da dahil olmak üzere ödedim. Çok sıkıntı çektim ama Köyüme ve talebelerime borcumu yerine getirmenin mutluluğu bana yetiyordu. Köye gelen öğretmenler sıkıntı çekmesin diye Çatalkaya mevkiinin alt taraflarında üç adet lojman yaptırdım. Ayrıca aynı mevkide Köy çocuklarına marangozluk, demircilik ve duvarcılık gibi zanaatları öğretmek üzere Köylülerin Uzun Mektep diye adlandırdıkları bir atölyeyi inşa ettirdim. Ama maalesef bu atölye fazla rağbet görmedi ve gerekli eğitmenler de temin edilemedi. İkinci defa yaptırdığım ve halen ayakta olan bu mektepte 1940’lı yıllara kadar tek öğretmen görev yaptı.. Anılan tarihten sonraki yıllarda öğretmen sayısının çoğalması ile birleştirilmiş sınıflar yöntemi ile tedrisat verilmeye başlandı.
1946 yılında yaş haddinden emekliye ayrıldıktan sonra doğduğum topraklarda mütevazi bir hayat yaşamaya başladım. Ancak milli eğitimle ilişkimi hiç kesmedim. Fırsat buldukça mektebime gidiyor öğretmen ve öğrencilerle görüşüyor onların dilek ve taleplerini dinlemeye devam ediyordum. Milli bayramlarda ve Ulu Önder’in ölüm yıldönümlerinde mektepte düzenlenen tüm törenlere katılıyor eserim dediğim tüm öğrencilerin yaptığı konuşmaları, okuduğu şiirleri büyük bir ilgi ve şevk içinde izliyordum. Onların normal günlerde cıvıl cıvıl bağrışmaları, mektep bahçesinde koşuşturup oynamalarını görmek, teneffüs saatlerinde hademenin çaldığı zili dinlemek bana büyük saadet veriyordu.
İnancım gereği ölünceye kadar ibadetime bütün veçheleri ile devam ettim. Elimden geldiğince ihtiyacı olanlara maddi ve manevi desteğimi hiç esirgemedim. Çocuğum olmadığı için mi bilmiyorum çocukları çok seviyordum. O yıllarda pazartesi günleri Kırşehir’de Pazar kurulurdu. Ben de her pazartesi evin bir haftalık ihtiyacı olan erzak ve diğer lüzumlu malzemelerini karşılamak üzere Kırşehir’e giderdim. Akşam dönüş saatlerinde köy çocukları yol kenarlarında beni beklerdi. Ben de atımdan iner heybelerimdeki meyvalardan onlara birer avuç verirdim. Çok sevinirlerdi.
Köye ilk radyoyu ben getirdim. Büyük bir batarya ile çalışıyordu. Bu icat vasıtası ile Ankara Radyosundan yapılan neşriyatı dinliyor Türkiye ve dünya ile ilgili haberleri alıyordum. Evime gelen köylüler radyonun bir aldatmaca olduğunu söylüyor buna inanmıyorlardı. Çok cahil idiler. Yapılan konuşmaları “Habip Hoca aletin arkasına geçip kendisi konuşuyor milleti kandırıyor” diyorlardı. İlim ve fennin ne kadar ilerlediğinin farkında değillerdi.
Bu durumu gördükçe bulunduğum toplumun eğitime olan ihtiyacının ne kadar büyük olduğunu daha iyi anlıyor ve daha katedilecek mesafenin çok büyük olduğunun farkına varıyordum. Onun için Köyümden ilk planda yetişecek neslin öncelikle öğretmen olarak şekillenmesine büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyordum ve onları bu yolda teşvik ediyordum. Nitekim okumaya hevesli olanları o zaman ki köy enstitülerine kaydettirmeye çabalıyorum. Zira o dönemde köy enstitüleri öğretmen yetiştirmek için kurulmuş yegane eğitim kuruluşları idi. Bu konuda kısmen de olsa amacıma ulaştım.
Milletimin milli mücadele yıllarındaki o eşsiz azim ve kararlılığını gördüğüm için hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmadım. Çünkü benim milletim Aziz Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyet seviyesine ulaşmaya, inkılaplarına her zaman sadık kalmaya, iktisadi ve içtimai sahalarda da muharebe meydanlarındaki mücadelesini devam ettirmeye inanılmaz şekilde kararlı idi. Ancak Ulu Önderimizin söylediği
“Türk Milleti zekidir, Türk Milleti çalışkandır.”
“Denilebilir ki hiçbir şeye muhtaç değiliz. Tek bir şeye ihtiyacımız var. O da çalışkan olmak”
Yine bu büyük insanın işaret ettiği
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.”
Sözlerini aziz milletimin zihnine yerleştirecek ilim ve irfan ordularına ihtiyaç vardı. Allaha şükürler olsun ki bu ordular süratle kuruldu ve genç Cumhuriyet bu sahalarda inanılmaz muvaffakiyetlere imza attı. Garp alemi hala monarşilerle idare edilirken yirmi üç yıllık Türkiye Cumhuriyeti 1946 yılında çok partili demokratik sistemin temellerini attı.
Hayatımda iki önemli hadise beni derinden etkilemiş ve çok üzmüştür. Bunlardan birincisi yaptırdığım ilk mektebin yanması ikincisi ise büyük bir hassasiyetle gözüm gibi korumaya çalıştığım çok değerli kitaplarımdan önemli bir bölümünün kim olduğunu bilmediğim kişilerce benim Ankara’da olduğum bir zamanda evimden alınarak götürülmüş olmasıdır. 1956 yılında bir katarakt ameliyatı için Ankara’ya gittiğimde Köyde evime gelen bazı kişiler kendilerini benim arkadaşım olarak tanıtmak suretiyle eşim Fatma Hanıma kendilerinin Ankara’dan geldiklerini Habip Hoca’nın selamını getirdiklerini söyleyerek Hocanın bazı kitaplarına ihtiyacı hasıl olduğunu ve bu kitapları kendisine ulaştırmak için ricada bulunduğunu ifade etmişler ve Fatma Hanım da kendilerine inanarak buyurun içeride kütüphanesi var ne istiyorsanız alın demiş. Kimliği bilinmeyen bu kişiler üç sandık içine yükledikleri bu çok değerli nerede ise antika olan eserleri alıp gitmişler. Altı ay kadar Ankara’da kaldıktan sonra Köye dönüp olanları işittiğimde Dünyam başıma yıkıldı. Zira bu eserler arasında bu gün Milli Kütüphanede bile olmayan Yurt dışında basılmış kitap, dergi, gazete ve ansiklopediler vardı. Bunlar arasında Meşveret’in bazı nüshalarını, kamus-ül alam’ı (alemlerin sözlüğü-ansiklopedi) söyleyebilirim.
Göz ameliyatımdan daha henüz bir yıl geçmeden bir enfeksiyon nedeniyle meydana gelen iltihaplanmadan ötürü bu gözümü aldılar. Yerine sun’i bir göz taktılar. Artık eskisi gibi çok okuyamıyordum. Zira sağlam kalan tek gözüm çok yoruluyordu. Artık kendimi tamamen ibadete vermiştim. Evim yakın olduğu için fırsat buldukça mektebi ziyarete gitmeyi de ihmal etmiyordum. 1957 yılında böbreklerimden rahatsızlanarak Ankara’ya gittim. Doktorlar böbrek yetmezliği ve iltihaplanması teşhisi ile beni hastaneye yatırdı. Üç ay süre ile Ankara Numune hastanesinde ilaç tedavisi gördüm. Daha sonra taburcu edilerek Köye döndüm. Cenabı Allah bana her safhası dolu bir hayat nasip eyledi. Bu bakımdan çok müsterihim. Köyümün gelecek neslinden tek isteğim şudur: Okusunlar, okusunlar, okusunlar. Gelecek nesillere örnek olsunlar. Gelip geçtikleri yollarda iz bıraksınlar.”
İşte bu büyük insanın hayat hikayesi ve hayata bakış açısı. İşte onun beklediği aydın bir nesil. İşte onun en büyük arzusu olan muasır medeniyet peşinde koşan TÜRKİYE CUMHURİYETİ.
Hocamızın son ve tek vasiyeti “ BENİ KÖYÜMÜN TOPRAĞINA GÖMÜN. ÇÜNKÜ BEN ÖMRÜM BOYUNCA HASRET KALDIĞIM O TOPRAĞI CEBİMDE SAKLADIĞIM YAĞLIĞIMI ÇIKARARAK GÖZ YAŞLARI İÇİNDE HEP KOKLADIM. BUNDAN SONRA BIRAKIN DA EBEDİYETE KADAR HUZUR İÇİNDE BAĞRINDA YATAYIM.”.
(Ahmet ARIÖZ)
11 Kasım 1958 tarihinde vefat eden Habip öğretmenimizin mekanı cennet olsun.
“Bir milletin bahtını, adam yetiştirmeye adanmış ömürler belirler.”(Torlakon öğretisi)